Kanuni Sultan Süleyman

Kanuni Sultan Süleyman
Tarih Öğretmeni Çevrimdışı

Tarih Öğretmeni

Yönetici
Sultan
13 Şub 2021
4,708
1
588
113
Türkiye
Meslek - Branş
Tarih Öğretmeni
KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN

(1520–1566)


Ekteki resimleri görmek için kayıt olmalısınız
En uzun saltanat süren, en şaşaalı yaşayan Padişah. En büyük hukukçular, en kabiliyetli denizciler, en derin şairler, en namlı ilim adamları, en dirayetli devlet adamları onun zamanında boy gösterdi. Avrupa ona "Muhteşem" derken biz "Kanunî" dedik. Şimdi Muhteşem Kânunî'nin devrinden ve hayatından bazı resimler seyredeceğiz...
Yılmaz Öztuna'nın başladığı gibi başlamak hoşumuza gitti; ondan bir küçük paragrafla ki ayet mealidir- başlıyoruz:
Besmeleyle:
"Süleyman, Allah'a dönüp O'na sığındı: 'Allah'ım; dedi; beni yarlığa! Bana öyle bir saltanat ver ki, benden sonra kimse ona nail olmasın. Şüphe yok ki her isteğimizi veren sensin.' Biz de ona rüzgârları musahhar kıldık. Rüzgâr, tatlı tatlı eserek Süleyman'ın emrini dilediği yere iletirdi... Bu devlet, bu saltanat bizim vergimizdir." (Sûre-i Sâd, 34–39).
Âyette geçen Hz. Süleyman'dır. Davud Peygamberin oğlu. Hem Peygamber hem Devlet Başkanı'ydı. Halk arasın yaygın olan kanaate göre 500 sene yaşamıştı. İlim adamlarının tespiti ise 60 seneden fazla yaşamadığı yönünde. Cenabı Allah'ın kendisine verdiği imkânlar, ömrünün çok uzun sürdüğü zannını veriyor olabilir. Kimin, dünyevî haşmeti, elde ettiği dünyalıkla öğünür gibi görünü dikkat çekse, "dünya Sultan Süleyman’a kalmadı" denerek boşa öğünmemiz tembihlenir. Bu darbımesel'in muhatabı Süleyman olduğu halde Kanunî Sultan Süleyman olduğunu düşünenler de çıkar.
Yukarıda zikredilen ayet Cenâbı Allah'ın kelâmıdır ve tabii ki Peygamber Süleyman'dan bahsediyor, acaba bizim Süleyman da öyle bir dilekte bulumuş muydu? Bize ulaşan bilgilerde böyle bir kayda rastlamadık. Bilinen o ki, Osmanlı Devleti tarihinin en uzun saltanat süreni Kanuni Sultan Süleyman olmuştur.
Önceki padişahlar çok şehzade sahibi idiler; hem hayatları, hem de ölümleri kargaşalı oldu. Yavuz'un tek erkek evladı olması, Süleyman'ı kardeş kavgasından, kardeşkanı dökmekten korumuştu. Rakipsiz olarak, muhteşem mirası devraldı. Bu miras O'nun kabiliyeti, disiplini ve kânunlara saygısıyla maddi-manevi iki sahada da gelişti. Yeri geldikçe anlatılacaktır; acı görmeden şehzadelik sürüp, acılar çekmeden tahta oturması ömrünün acısız geçeceği manasına gelmiyordu. Ömrü başarılarla geçerken, yüreği en elim acıları tadacaktı, tattı.
Şimdi, Şehzade Süleyman'ın padişahlığa ilk adımını atışıyla mevzua girip, önemli sayılan olayları sırayla anlatmaya çalışacağız.
Süleyman, babası Yavuz Trabzon'da Vali iken 1494–1496 arası yıllarda doğmuştu. İlk tahsiline-eğitimine Trabzon'da başladı. Son şehzadelik yılları Manisa Valiliği'yle geçiyordu. Babası Çorlu yakınında vefat edince, Vezir-i Âzam Piri Paşa Silahdarlar kethüdası Süleyman Ağa'yı gönderip, acele gelmesini tembih ettirdi. Şehzade 30 Eylül 1520'de Üsküdar'a geldi. Yavuz Sultan Selim'in ölümü de bu günlerde, Piri Paşa tarafından açıklandı. Kısa sürede Çorlu'dan İstanbul'a dönen Piri Paşa cülus hazırlığı yaptı.
Yavuz'un ölümüne gösterilen matem havası, yeni Pâdişah'a gösterilen kutlama hareketlerine karıştı. Önce cenazenin demi yapıldı. Sıra, taht sahibinin yeni vazifelerine geldi. Yeniçeriler 3000 akçe karşılığı 50'şer altın, diğer sınıflar biraz daha düşük miktarda altın aldılar. Vezir-i Âzam Piri Paşa mevkiini korudu. Padişah, Manisa'da Lalası bulunan "Kasım Paşa'yı Vezirlikle taltif etti. Bu suretle divanda ilk defa dört vezir bulunması (İkinci Vezir Mustafa Paşa, Üçüncü Ferhad Paşa, Dördüncü Vezir Kasım Paşa) usulü ihdas edildi.
Kanunî Sultan Süleyman, babası tarafından Tebriz'den getirilen 600 evden mürekkep sürgünlere hürriyetlerini iade etti. İsteyenin memleketine dönebileceğini, isteyenin de İstanbul'da kalabileceğini bildirdi.

Canberdi Gazali İsyanı

Sultan Süleyman, kan dökmeden saltanata başladı ve kanunlara itaatkâr tavrıyla hürmet kazandı. Bu demek değildi ki işler hep sükûnetle devam edecek! Canberdi Gazali adlı bir adam var. Dalmaçyalı bir Slav esiriydi; Tomanbay'ın devlet adamları arasına girdi. Şam emirliği yapıyordu; Mısır Seferi'nde Yavuz tarafına geçti. Seferden sonra Yavuz Selim onu "Kudüs ve Gazze" sancakları ile beraber Şam eyaleti Beylerbeyiliği'ne getirdi.
İşte bu Slav Canberdi Gazali Sultan Süleyman'ın cülusunun ilk aylarında isyana kalkıştı. Suriye ve Filistin'i ele geçiren Gazali Mısır'a yönelip Hilafeti ele geçirme fikri taşıyordu. Arap ve Kürtler'den 15.000 kişilik askeri ile tam Ali kıran baş kesen olmuştu.
Kanunî, isyankârı cezalandırmak için Üçüncü Vezir Ferhad Paşa ve Anadolu, Rum, Karaman Beylerbeyileri'ni gönderdi. Saltanatın ilk kanını Canberdi Gazâli'nin isyankâr başının kesilmesiyle gören Kanunî, bundan sonra da bol miktarda görecektir. Kırk altı senenin savaşlarla, zaferlerle dolacağının ilk adımı, ilk işareti Gazali âsisiyle atıldı ve artık devam edecek.

Belgrad: 1. Sefer-i Hümâyun (18 Mayıs 1521)

Belgrad netameli yerdir. Fatih'in yaralanmasına sebep olan, ama bir türlü alınamayan Belgrad'a bu üçüncü seferdir. Sırplar'dan alınıp Macarlara verilmişti. Şimdi Kanunî "emanetimizi verin" demeye gidiyor. Macarlar vergi isteyen Behrâm Çavuşu öldürmeseydiler, belki de bu sefer başka zamana kalabilirdi.
Belgrad, başlangıçta Sırplar'a ait idi. Yoğunlaşan Türk akınlarından bunalan Sırplar, şehri koruma ümitlerini kaybedince "Müslüman Türk'ün eline geçeceğine Hıristiyan Macar'ın olsun" deyip Belgrad'ı Macarlar'a devrettiler. Türk-Macar sulhu yaşanıyordu. Yavuz'un ölümü, Kânunî'nin cülusu dost devletlere bildiriliyordu. Âdet olduğu için yapılan bu vazifeyi Macarlar'a karşı yerine getirecek olan elçi Behrâm Çavuş ya ağır hakarete uğramış yahut öldürülmüştü. Kâfi bir bilgi mevcut değil. Hangi hal olursa olsun savaş sebebidir. Elçi hakarete uğramış olsa da sulh anlaşması bozulmuş demektir. İşte bu olaydan sonra harekete karar verildi.
Bütünüyle durumu değerlendirmek için Karadeniz'den Tuna'ya kadar olan sahil güvenliği Danişmend Reis'e verildi. Akıncılar Mihaloğlu, Turahanlı ve Bosna Beyi Yahya Paşazâde Bâli Bey komutasında Macaristan içlerine sevk edildiler.
Daha önceki padişahların seferinde rastlanmayan yeni bir şey vardı Kanuni’nin ilk seferinde. Edirne, Filibe ve Sofya medreseleri talebeleri (softalar) savaşmak için Padişah’ın ordusunda yer almıştılar. Bundan dolayı da Belgrad'a Darül Cihad adı verilmişti.
1521'in Mayısında İstanbul'dan hareket eden ordu, birkaç küçük kalenin fethiyle oyalanarak Belgrad'a geldi. Burada Sava Nehri'ne köprü kurulmasına uğraşıldı, 12 günlük çalışmadan sonra tamamlanan köprüden askerler karşıya geçtiler. Kalenin teslim alınması uzun çarpışmalara mal olacaktı. Ağustosun sonuna kadar çalışıldı, şehrin ve kalenin teslim alınması için.
Sultan Süleyman Belgrad’a camie çevrilen kilisede Cuma namazını kıldıktan sonra İstanbul'a hareket etti. (18 Eylül)
Piri Paşa'nın maceradan uzak tavsiyelerinin Belgrad fethinde önemli rol oynadığı kabul ediliyor. Üçüncü Vezir Ahmed Paşa (Hâin Ahmed Paşa) Pâdişâhı Budin fethine iknaya çalışırken Pirî Paşa Belgrad'ın kilit sayıldığını, burası alınırsa Macaristan fütuhatının kolaylaşacağını padişaha kabul ettirmişti.
Belgrad Kalesi'nin teslim alınmasından sonra kalede yaşayanlardan bir kısmı Macaristan'a gitti. Aslen Sırplı olanlar ise aile halkıyla beraber İstanbul'a gönderildiler. Sur ile Koca Mustafa Paşa arasında kalan Yedikule civarındaki Belgradkapı adı bu Sırplar'dan kinayedir. Yerleştikleri mahalleye Belgrad Mahallesi dendiği gibi Sur kapısına da Belgrad-kapı denmiştir. Şimdi o Sırplardan eser görünmemekte. İhtida edip İslâmlaşarak Türklerle kaynaştılar mı? Yoksa tekrar memleketlerine mi gittiler? Bilinmiyor.

Rodos 2. Seferi Hümayun (18 Haziran 1522)

Dünya Hıristiyanlarının en dindar savaşçılarının küçük memleketi Rodos "Saint-Jean" (Hazret-i Yahya) Dindar şövalyelerin tarikatının adı bu. Aralarında yerli halk hariç, sıradan insanlar yok, Bunlar, pek çok Hıristiyan ülkesinin, dinleri adına Müslümanlarla savaşacak asilleridir. Kalelerine daha önceki padişahlar da saldırmış başarı sağlanamamıştı. Bu ada sahipleri her fırsatta Türk düşmanlığını ön plana çıkarır, şehzade kavgalannı körükler, Türk gemilerine karşı korsanlık yapar... Kısacası Türkler için müzmin baş ağrısıdırlar. Giderilmesi gerek.
18 Haziran'da Rodos'a dümen kırar donanma, irili ufaklı 700 gemiden meydana geliyordu ve Marmara'dan Ege Denizi'ne akıp gidiyordu. Donanmanın sevi ve idaresinden sorumlu kumandanı meşhur Kurdoğlu Muslihiddin, başkumandan Pulak Mustafa Paşa. Gemiler, 24 Haziran'da adaya geldi, Kanunî daha sonra gelip Temmuz sonlarına doğru adamı muhasarasına başlandı.
Rodos kolay alınacak kalelerden değildir. Divan görüşmelerinde Piri Mehmed Paşa, Çoban Mustafa Paşa ve Kurdoğlu'ndan başka bütün Paşalar, bu sefere taraftar olmamışlardı. Rodos'un Avrupa devletlerinden yardım göreceği, fethinin tehlikeli olduğu savunulmuştu; fakat Kanunî bilhassa Vezir-i Âzam Piri Paşa'nın görüşüne ehemmiyet vererek teşebbüse geçmişti. Uzun ve kanlı çarpışmalardan sonra şövalyelerin gücü tükendi, bazı şartlarla teslim olmayı kabul ettiler.
20 Aralık'ta şartname imzalanarak, ada boşaltılıp teslim alındı. Sonradan, Kanunî Sultan Süleyman Üstâd-ı azamın ihtiyarlığını düşünerek adadan ayrıldığına üzülmüş. Bu insani bir duygudur Kanuni’ye pek yakışır ama herhalde Kanuni’yi asıl üzen şey 20.000 şehidimiz olmuştur. Büyük meydan savaşlarında bile bu kadar şehit verilmiyordu. Bizzat padişahın ve Vezir-i Âzam'ın iştirak ettiği ve 4-5 ayda zor fethedilen Rodos'un ne kadar müstahkem ne kadar tehlikeli bir yer olduğu da anlaşılmış oluyordu. Buna göre küçük bir adadır diye, kazanılan zaferi küçük görmek, herhalde doğru değildir. 20. asırda başımızın büyük belalarından biri olan 12 adanın da o savaşla elimize geçtiğini düşünürsek, bir kat daha önem veririz bu zafere. Ve on iki adayı bugüne kadar elimizde tutamamış olmamızın suçlularına da rahmet dilemeyiz.
Rodos'un boşaltılmasından sonra gereken ne ise yapılarak, Sancakbeyliği'ne Kurdoğlu Muslihiddin Reis tayin edildi. Bu zaferin yankılan Avrupa'da büyük olmuş. Kânunî'nin büyük hedeflerinin habercisi saymışlar bu fethi ve Papa VI. Hadianus haberi duyunca üzüntüsünden ölmüş.

Bir Üzücü Haber

Koskoca bir dünya devletinin her tarafında, her işin düzgün gitmesi, elbette kabil değildir. Kanunî Rodos işiyle meşgul iken, Anadolu'da hoş olmayan bir olay cereyan etmiş. Olayı İsmail Hami Danişmend'in Kronolojisinden özetleyeceğiz: "Elbistan-Maraş ve havalisindeki Dulkadir Devleti Osmanlı idaresine girdikten sonra Yavuz Sultan Selim tarafından beylik makamına tayin edilmiş olan Şehsuvaroglu Ali Bey Dulkadir hükümdarlarının sonuncusudur... Ali Bey'in Osmanlı Devleti'ne çok büyük hizmetleri vardır... Yavuz devrinin sonlarında çıkan Bozoklu Celâl İsyanı'nı, Kanunî devrinin başında çıkan Canberdi Gazali İsyanı'nı, bu isyanları bastırmakta görevli Ferhad Paşa'dan çabuk davranarak bastırmış. Canberdi'nin kesik başını Kânunî'ye göndermiştir. Kânunî'nin de sevgi ve güvenini kazanan Şehsuvaroglu Ali Bey'in başarısı Hırvat dönmesi vezir Ferhat Paşa'yı kıskandırmıştır. Ferhat Paşa Kânunî'ye, Ali Bey'in halka zulmettiğini, padişahın aleyhinde faaliyetler içerisinde bulunduğunu ustalıkla anlatmış, Kânunî'yi yalanlarına inandırmış, Kanunî, icabına bakılmasını emretmiş. Ferhat Paşa'yı İran'a karşı hudut muhafazası bahanesiyle Anadolu'ya göndermiş ve Şehsuvaroglu Ali Bey'e de bir "Emr-i Şerif" çıkartarak Ferhad Paşa'yla görüşüp müşavere etmesini bildirmiş. Ferhat Paşa Emri Şerif mucibince Tokat'taki karargâhına Ali Bey'i davet etmiş. Ali Bey'in hiçbir şeyden şüphesi yoktur. Devlete hizmette kusur işlememiştir. Devletin veziri çağırır da gitmemek olur mu? Ne kadar evlâdı, kabilesi varsa hepsini yanına almış, çocuklarından karşı gelip 'Hepimizin gitmemiz hayra alâmet değildir, siz giderseniz biz kalalım" demeleri fayda etmemiş. Oğluna "Ben Âl-i Osman'ın doğrusuyum kimden ne bakim -korkum- vardır" demiş.
"Bütün oğulları, torunları, akrabaları ve adamlarıyla beraber metbûunun emrini yerine getirmek için Hırvat dönmesinin karargâhına gitmekte tereddüt etmemiştir. Türklüğe çok büyük ve parlak hizmetleri olan bu kahraman ihtiyarın bütün neslini de götürmesi merdane bir harekettir: Fakat bu hareket ne kadar asilse, ordugâha varır varmaz bu muhterem ve kahraman ihtiyarı bütün oğullarıyla ve adamlarıyla beraber şehit eden Hırvat dönmesinin kahpece cinayeti de o kadar mülevves -pis-dir. Tabii bu iğrenç devşirme cinayeti Kanuni’nin o muhteşem adalet devrine yakışmayan bir zulüm lekesidir: Bu leke ancak Sultan Süleyman'ın büyük bir ustalıkla aldatılarak Anadolu'da mühim bir isyan çıkacağına inanmış sırf bir isyanın önüne geçmek için Ferhat Paşa'ya istediği salahiyeti vermiş ve nihayet Ferhad'ın mahiyeti anlaşıldıktan sonra da kendi eniştesi olduğu halde cezasını vermekte tereddüt etmemiş olduğu hesap edilmek şartıyla silinebilir." Bu paşa daha sonra asılmıştır.

Sultan Selim Camii’nin İbadete Açılması (Aralık 1522)

Sekiz senelik saltanatı gaza meydanlarına geçen Yavuz, İstanbul'a bir cami bile yaptıramadan ruhunu teslim etmişti de, oğlunun gücüne gittiydi. Kanunî, babasının yaptırma fırsatı bulamadığı bu eseri onun adına başlattı. 1521'in Mayıs ayında inşaatı başlandığı varsayılıyor ki; buna göre çok hızlı çalışılmış, bir buçuk seneden az fazla zamanda bu zarif mabet tamamlanmıştır. Sultan Selim'in türbesinin de bulunduğu bu yer, âdetlere uygun olarak diğer müesseseleri bağrında taşımaktaydı. Şimdiye bir şey kalmamış olsa da, o gün imaret, tabhâne, mektep, medrese vs. eserler ile bir bütün idi.

Üzücü Bir Emeklilik (27 Haziran 1523)

Vezir-i Âzam Pîri Paşa'nın faziletleri Yavuz devrinde keşfedilmeye başlanmıştı. Amasyalı olan Paşa, Zembilli Ali Efendi'nin de yeğenidir. Böyle bir Vezir-i Azamla Şeyhülislâm'a sahip olmak Kanuni’nin en önemli şanslarındandır. İkisi de yeri doldurulamayacak değerde insanlardır amma! En üstteki, bir altta bulunan kişinin dirayetinden rahatsız olursa icabına bakar. Pîri Paşa her meselede, önce devlet, diyor. Kânunî'nin dalkavuğu olmayı asla düşünmüyordu. Kanunî de, dünyanın bir numaralı devletinin başı olarak kendisine "kul" arıyordu. Pargalı dönme İbrahim bu işe hazırdı. Piri Paşa'ya emeklilik yolu açıldı ve İbrahim Paşa'ya sadrazamlık yolu göründü.
İbrahim için Müneccimbaşı "Şehriyâr hazretlerinin tırnaklarım kesip pay-i şeriflerini gaslettikleri suyu nûş ider idi!" diyor. Yani ayaklarını yıkadığı suyu içermiş, Sultanın.
Pîri Paşa için Peçevî şöyle diyor:
"Gayet âkıl-u dânâ, sahib-i fazl-u zekâ ve müdebbir-u-kâr-âzmâ pîr-i vakur idi. Hatta arza girdikçe saadetlu pâdişâh kendüden hicâb çeker ve ziyâde tevkir-u ihtiram iderdi.
Akıllı, faziletli, zeki, tecrübeli, âlim ve ağırbaşlı olan bu Paşa bir mesele için padişahın yanına geldikçe hürmetle karşılanır, padişahtan aşırı saygı görürmüş.
Kanunî bütün dünyadan saygı görürken, ayağını yıkadığı suyu içecek bir adamı ve o adamın da sadarete münasip zekâsı var iken gereği yapılmalıydı! Bir gün Pîri Paşa'ya, Kanunî: "Kullarımdan birini mühim bir mevkie tayin etmek istiyorum: Sen hangi mevkii münasip görürsün" diye sorunca, tecrübeli Paşa: "En münâsip mevki kulunuzun mevkiidir" cevabını verir. Böylece Pîri Paşa iki yüz bin akçe ile tekâüd edilir."
İsmail Hami merhum, Osmanlı Türk Devleti'nin dönmeler yüzünden battığına inanır. Bu dönme İbrahim'le ilgili bir kısa bölümü de, onun Kronolojisinden aktaracağız.
"Kanunî devrinin bir tarihini yazan Fuirfax Dawney'nin dediği gibi artık Osmanlı İmparatorluğu'nu idare edenler, bizzat ihtida etmiş Hıristiyanlar ve Müslüman kıyafetine girmiş yabancılardır.
Saray ve hükümet hep bu türedilerle dolduğu için Osmanlı camiasında artık hâkim millet kalmamıştır! İnhitatın -çöküntünün- en büyük sebebi işte budur: Çünkü artık Türk ülkesinde her türlü, siyasi hukuku elde edebilmek için bir kelime-i şahadetten başka bir şey lâzım değildir! Bu feci güruhun en meşhur örneklerinden biri de Pîri Mehmet Paşa merhumun yerine yekten vezir-i âzam olan Hâs-odu-başı devşirme İbrahim Ağa'dır. Osmanlı membalarında Frenk İbrahim Paşa" "Makbul İbrahim Paşa" ve uzun bir ikbal devresinden sonra müstehak olduğu akibetten dolayı da Maktul İbrahim Paşa gibi isimlerle anılan bu muhteşem serseri menşe itibariyle Arnavutluk sahilinin cenubunda ve Korfu Adası'nın karşısında bulunan Parga kasabasındandır." Bu İbrahim’le ilgili malûmat çok fazladır! Biz Kanunî ile tanışmasını aktarıp esas mevzuya döneceğiz. Bir sürü rivayetten biridir bu: korsanlar tarafından esir edilip Manisa'da dul bir kadına satılan Rum çocuğu, İbrahim ismini alır. İslâmi kurallara göre yetiştirilir. O tarihlerde Kanunî, Şehzade Süleyman olarak Manisa Valisidir.
Şehzade Süleyman ağaçlık bir yerde gezintide iken, kulağına güzel bir keman sesi gelir: bu sesten etkilenen genç şehzade, "kimdir bu kemanı çalan! bulun, getirin" der ve az sonra, gayet zarif, kibar, güzel giyimli, çok da güzel bir delikanlı karşısına dikilir. Kısa bir sohbetten sonra, şehzade yabancının hayranı olur ve bırakmaz. Yaşları da birbirine yakındır, arkadaş olurlar. Fırsatları değerlendirme kabiliyetine sahip bu genç, şehzade ile beraber aynı kartalın kanadında yükselmeye başlar. Taa ki...
Vezir-i Âzam İbrahim Paşa'dan uzunca bahsetmemiz boşa değildir. Onun Kanunî dönemindeki ağırlığı dikkate alınırsa, daha fazla anmamız gerekecek. Anacağız da. Çünkü o kendisini sahnenin önünde tutmayı, göze ilk çarpan görüntü olmayı başarıyor. Kanunî paşalarından bir Ahmed Paşa ki "Hain Ahmed Paşa" olarak anılır. Rodos'un fethi sırasında Mısır Valiliği’ne atanan bu Paşa, her türlü gayrı meşru yollara başvurup Mısır'da bağımsızlığını ilan etme sevdasına kapılmıştı. Adına hutbe okutup sikke kestirdi. Bunlar, iktidar alâmetleridir. Bu iktidarın Memlûklerden ve Araplardan 100.000 askeri var ki, Ahmet Paşa onlara güvenerek "El-Meli-kü-l Mansur Sultan Ahmed Han" oldu. Yedi ay sürdü Ahmed'in Sultanlığı; bu yedi ayın maliyeti kendisine de Osmanlı Devleti'ne de pek yüksektir. Yedi ayda sayısız asker telef edilip, Ahmet Paşa, adının başına gelen hainliğiyle tarihe geçerken, kesik başı da Kahire'de teşhir edildi. İşte bu olaydır ki İbrahim Paşa'ya bir önemli fırsattır, kendini göstermesi için imkândır. Mısır'daki düzensizliği düzene çevirmek için, Kânunî'nin eniştesi ve veziri âzami Dâmad İbrahim Paşa vazifelendirildi. İtibarına itibar katacak olan bu önemli vazifeyle, İbrahim Paşa yola çıktı.
30 Eylül'de İstanbul'dan ayrılan Paşa, gelenekte olmadığı halde Kanunî tarafından adalara kadar yolcu edildi. İbrahim Paşa Kâhire'ye gidip, işi yoluna koyup İstanbul'a döndü. (1525 Ağustos).
İbrahim Paşa beceriklidir ama biraz hakkının bittiği noktayı tespit edişi bencilcedir. "Veziri Âzam şan ve şerefe gark olundu. Mührü Hümâyunu, kendisine münasip gördüğü tarzda kullanmak üzere elinde tutuyordu. Kendisine atkuyruğundan altı tuğlu bir bayrak tevcih olundu (Pâdişah'ın ise ancak yedi tuğu vardı) ve bu bayrak savaş meydanında onun önünde götürüldü. İstediğini azl, istediğini nasbetmek selâhiyetinde idi."
"Dünyanın büyük devletinin veziri olmak böyle yapmayı gerektirir" diye düşünüyor İbrahim Paşa. Belki, belki başka şey. O sıralarda Fransa'dan Jan Frangipani adlı bir elçi gelir ki, ilk Fransız elçisidir. Kral Fransuva esir düşmüştür de, O'nun kurtulması için, annesi Kânunî'ye ricada bulunur. Kânunî'nin verdiği cevaptan kısa bir bölüm:
"— Sen ki Fransa ülkesinin Kralı olan Fransuvasın, hükümdarların sığındığı kapımın eşiğine uzattığın tezkereden malûmum oldu ki, memleketinin toprakları düşman tarafından zabt olunup sen dahi şu anda onlar elinde esir bulunmaktasın ve kurtarılmaklığın için bizden yardım dilemektesin."
Uzayıp giden mektupta Kanuni yardım vadinde bulunur, "atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır" der. Yıllarca Haçlı ordularının başını çekip "İslâmiyet ve Türklük yeryüzünden kalkmalı" diye mücadele veren Fransa'nın kralını Hıristiyanlardan kurtarmak, Müslüman Türk'ten rica ediliyordu.
Kânunî'nin Macaristan Seferi, Fransız elçisinden kısa bir süre sonra başladığı için, krala yardımcı olmak yönünde düşünenler olmuştur.
Fairfax Downey Kânunî'nin mektubunu anlatıp yorumlarken, biraz kibirli bulduğu sözler için bile "bu sözler boşuna söylenmiş laflar değildi. Süleyman bu sözleri 25 Nisan 1526 da Macaristan'a giden 100.000 kişilik ordu ve 300 top ile teyid etti" diyor ve ekliyor. "Salibe iman etmeyen Sultan haklı"

Mohaç: Üçüncü Seferi Hümayun (23 Nisan 1526)

Macarlarla bitmek bilmeyen kavgalarımızdan biri daha. Kanunî Belgrad seferini fetihle neticelendirmişti. Şimdi aynı netice Mohaç da niye olmasın? Niçin savaş? Bu sorunun da mâkûl bir cevabı var: Yavuz Selim'in Çaldıran Zaferi'nden sonra ölen Şâh İsmail'in yerine oğlu Birinci Tahmasb geçmişti. Devletlerarası kurallar gereği babasının ölümünü de, kendisinin iktidarımda bir heyetle Kânunî'ye bildirmesi lâzımdı. Bunu yapmayan yeni Şâh, Macar Kralı'na ve Almanya Imparatoru'na Osmanlı Devleti aleyhine ittifak teklif etmiş. Bu İran'a savaş açmak için kâfi sebeptir. İran hele bir kenarda dursun demek zorundadır. Pâdişâh: Çünkü Bolu'da başka oyunlar tezgâhlanmakta... İran Şâhı'na ağır bir mektup yazıp, tehdit dolu satırlann arasında "an karib diyarı Şark'a” geleceğini duyurmuştu. Yani "an karib' yakın zamanda beni bekle demişti Kânunî'ye göre Batı yakası daha acil çözüme muhtaçtı.
Macar Kralı İkinci Lui (Osmanlı'da Layoş) İranla işbirliğini Osmanlı aleyhine değerlendirirken, Türk hâkimiyetindeki Ulah zadegânını ayaklandırmış, ayrıca Eflak ve Boğdan Prensleriyle ittifak kurup kuvvet toplamaya başlamıştı. Yapılan küçük çaplı Haçlı Birliği temin Kanunî aleyhine idi ve savaş çıkması içir meşru bir sebepti. İşte bunun için hazırlık yapıldı. 23 Nisan'da ordu İstanbul'dan hareket etti.
Nehirlerden, köprüler kurularak geçilir. Yol üzerindeki ufak tefek kaleler alınır. 29 Ağustos'ta Türk ordusu Mohaç ovasındadır ve tarihin en mühim savaşlarından birinin vaktidir. 100.000 askeri 300 topu bulunan Kanuni’nin karşısında 150.000 kişilik ve 100 topluk Macar ordusu var. Türk ordusunun birliği bütünlüğü, diğerinin kırk yamalı oluşu dikkat çekiyordu. Macar ordusunun içinde Macarlar'dan başka Hırvat, Çek, Slovak, Sloven askerler Haç adına Mohaç Ovası'na koşuşmuşlardı!
Kanunî zırhını giyinmiş, kır atının üzerinde, ordunun gerisinde Rumeli Beylerbeyi Sadrâzam İbrahim Paşa Rumeli sipahilerine, Anadolu Beylerbeyi Behram Paşa Anadolu sipahilerine kumanda ediyorlar. Öncü'yü Gazi Sultanzâde Balı Bey, ardıcıyı yine akıncı askeri ile Gazi Sultanzâde Hüsrev Bey teşkil ediyordu. Kanuni’nin bulunduğu yer bir tepeydi ve sonradan "Hünkâr Tepesi" adını alacaktı, bu tepe. Bu anı Fairfax Downey şöyle tasvir ediyor: Bir yabancı gözü ile bakalım neler görmüş, nasıl görmüş?
"Sabah namazı vaktiydi; ovada Türk ordusu mûtat olan nizamiyle sıralanmıştı: İlk safta 4000 süvariden mürekkep semendire sancakları; sonra Rumeli kıtası ve bir kısım topçu kuvvetleriyle Vezir-i Âzam, ondan sonra, altı alay muntazam süvari kuvvetinden ve kendi Hassa Alayından müteşekkil yeniçerileriyle padişah; arkada başlıca süvari kıtalarıyla Bosna sancakları bulunuyordu. Kanatlarda akıncılar volta vuruyorlardı."
"Bu kusur bulunmaz kıtaların arasında mutlak bir sükût hüküm sürüyordu; hiç kimse öksürmüyor, tükürmüyordu bile. Mollalar Muhammed adını anınca, bütün bu insanlar diz çöktüler; Allah'ın adıyla, rüzgârdan eğilen bir buğday tarlası gibi, bütün ordu alnını yere sürüp secdeye kapandı."
"Öbür tarafta bu intizamı bulmak mümkün değildi. Kanunî askeri coşturucu bir konuşma yaptıktan sonra şöyle dua etti: Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi Yarabbi, imdad senden inayet dürür; Cünud-u Muhammediyyeyi nusretinden dar eyleme! Hünkârın gözleri yaşlandı ve şevk ile dolgun, kudretli sesini bütün ordu işitti. Coşkun bir yiğitlik dalgası, alev alev bir iman rüzgârı safların üzerinden geçti. Süvariler bineklerinden yere atlayarak secdeye kapandılar ve padişah uğruna canlanın fedaya and içerek tekrar atlarına bindiler."
Önce Macarlar hücuma geçti; Kanuni’nin emriyle ordu ortadan ikiye ayrılıp Macarlar'ın araya girmelerine imkân tanındı. Bu eskiden beri Türk savaş usûlüdür. İki ordu şiddetli bir çarpışmanın içindeyken, Macar ordusundaki şövalyelerden otuzdan fazlası Kânunî'yi öldürme yemini etmişlerdi, onlar da kendi hedeflerine var güçleriyle saldırdılar. Bunlardan üçü Kânunî'nin kılıcıyla can verirken diğerleri, selâmeti kaçmada buldular. Savaşın genelinde, Türk mukavemeti zayıf görünüyordu.
Macarlar ilk gördükleri pasif savunma karşısında ümide kapılmışlardı ki, karşılarında topçular belirince neye uğradıklarım anlayamadılar. Diğer yandan, ikiye ayrılıp Macarları ortaya alan askerler kapanınca, cansız gövdeler ovayı kızıla boyamaya başladı, bu gövdeler Hıristiyanlık adına savaşan Macar ve diğer devletlerin askerlerine aitti. "Düşman, Türk atlısının oyuncağı haline gelmişti. Nit¬kim iki saat içinde maktul düşen 25.000 Macar askeri dışında, geri kalan büyük Macar Ordusu bataklığa sürüldü. Bizzat Kral II. Layoş, kendini kurtaramadı ve atıyla beraber bataklığa sürüklenip boğuldu. Esir alınanlar dışında düşman ordusu Karasu bataklığında mahvolup gitti (29.8.1526).
Kanunînin gücünü bütün dünyaya bir kere daha kabul ettiren bu iki saatlik savaş, koskoca bir Macar Krallığı'nın haritadan silinmesine sebep olmuştur. 637 senelik bu muazzam Macar krallığının ömrünün iki saatte noktalanması, onların zaafından fazla, Kanuni’nin gücünün eseridir. Kanuni’nin gücü nereden geliyordu?
Sonradan "Hünkâr Tepesi" adı verilen yerde Pâdişâh konuşma yapacak iken "danışacağınız adamları buraya getirin" diye buyururlar. Hüsrev Bey ağalardan birine "çabuk var, Koca Alaybeyi, Kara Osman, Mehmet Subaşı, Adil Taviça ve Balaban Çeribaşı gelsinler, saadetli Padişah danışmayı emretti" der. Bu Ağa gider gitmez, Adil Taviça denen yiğit koca görünür. Kırlaşmış bıyıklan düşman kanı dökmeye hazır ok gibi gelir, der ki:
"— Bunda müşavere dövüşmekten özge var mıdır? Beni koca alay beyi gönderdi. Düşman alayları görünmüş, çarhacımız (öncümüz) elleşmeğe başlamış; gelin sancağınız dibinde bulunun!"
Türk Ordusu Ramazan Bayramı'nı Belgrad'da kutlar, Kurban Bayramı için başka bir yer düşünülür ve Budin'e hareket edilir (3 Eylül 1526). Birkaç kale ile beraber Budin'in fethi fazla uzun sürmez.
Mohaç Meydan Muharebesi'ni anlatan Hammer Osmanlılar yağmurlar arasında binbir müşkilâtla Mohaç'a kadar geldiler, diyor ve Mohaç'ı tarif ediyor. Mohaç Tuna'nın batısında ve bu şehrin teşkil ettiği bir adanın karşısında, bağlarla örtülü bir ovanın içindedir. Mohaç'ın alt tarafında, Tuna'nın sağ kolu yanında Karasu (Karasice) nâmıyla anılan muazzam bataklık vardır..."
Osmanlı Ordusu ne bataklıkta boğulmuştur ne de bağlarına meftun olmuştur. Bir savaş yapılmalıydı yapıldı; istikbalin emniyeti için Macarlar'a bir ders verilmeliydi, verildi. Bundan sonra ne olur? Onu Allah bilir.

Anadolu İsyanları (1527)

Kanunî Macar Krallığı'nı devirirken Anadolu'da çıkan isyanlar da onun saltanatını sallamaya çalışıyordu. Yavuz devrinde gördüğümüz ve bir hayli uğraşmakla bastırılan Bozoklu Celâl'in isyanının devamı gibi görünen hareket, adını Celâl'den alarak Celâliler İsyanı diye anılıyordu.
Bozoklu Celâl'in hareketinin temelinde Şiilik vardı. Şimdi bahse konu olan hareket ise, yine Şiilik'ten kaynaklanmaktadır. İran Safavî Devleti Anadolu'dan elini ayağını çekmiyor. Bilhassa Orta Anadolu'da bombardıman halinde propaganda yapılıyor. Buna da İsmail Hami Bey'e kulak vereceğiz: Ona göre Anadolu, sadece İran kışkırtmasıyla Şiilik sevdasından değil, bir diğer sebepten de İstanbul'a karşı cephe almış vaziyetteydi. Fatih Sultan Mehmed'in başlattığı devşirme vezirlerin iktidarı Türkler'e karşı savaş halindeydi. "Devşirmelerin elinde bulunan İstanbul hükümeti vaktiyle Karamanoğulları'nın, sonra Şiiler'in ve ondan sonra da Dulkadir Beyleri'nin tenkil ve te'dibi gibi bir takım vesilelerle Türkler'in başına muhtelif milletlerden devşirilmiş ve birer Müslüman ismi takınmış birtakım vatansız serserileri serdar edip..." Yani, diyor ki İsmail Hami Bey devşirmelere Türkler ezdiriliyor. Sonra, devşirme paşaların yaptığı zulümlerden misaller veriyor; bunlarda birini tekrar zikredeceğiz 1522 Temmuz'unda Hırvat vezir Ferhad Paşa sırf şahsi garazından dolayı Dulkadir hanedanından Şehsüvar-oğlu Ali Bey'le oğullarını, akrabalarını ve adamlarını toptan öldürtüp servetlerini müsadere etmişti."
Celâli İsyanları'nın sebebi olarak gösterilen başka sebeplerden biri de iktisâdidir; bunun için küçük bir misal vereceğiz:
"Kadı, müderris, müftü, naib gibi, hazine veya vakıflardan 'vazife-cihet' olan 'ehli şer' sınıfı (şer, şeriat manasına) bağ-bahçe, köylerde tarla ve otlaklar edinerek, çiftçilik ve hayvan besleme işi yapmaya başlamışlar idi ki, bu da köylü sınıfını ezen başka bir iktisâdi olay idi."
"Rical (İstanbul'da bulunup da vilâyetlerde hasları ve çiftlikleri bulunan hükümet büyükleri) ve ümerâ (Sancak-beyleri ile Beylerbeyi) ise, reayanın sırtından geniş servet edinme konusunda daha çok imkânlara sahip idiler. Bu gibilerin haslarının başına koydukları Voyvodaları, serbest idareye sahip has ve zeamet köylerini, hem birer vergi âmili hem de idareci olarak yönetmekte oldukları için, buralardaki yolsuzluklar sonsuz idi..."
Bir taraftan mezhep, bir taraftan ekmek ve başka unsurların bir araya gelmesiyle başlayan isyanlar her şeye rağmen bastırılmalıydı. Memleketin birliğinin bozulması Pâdişah'ın göz yumacağı bir hâdise değil. Sebepleri, giderilme imkânı varsa sonraya bırakılıp ilk elde isyanın kaldırılması faaliyetine geçildi.
İsyanların ilki "Bozok’ta Baba Zünnûn ihtilali" sonra Adana'da Domuz oğlan ve Kızılbaş halifelerinden "Veli Halife" Tarsus taraflarında "Yenice Bey" ihtilâl liderleri bu ismi sayılanlardı ve birçok yeri işgal etmiştiler. İhtilalciler üzerlerine gelen devlet güçlerini dağıtacak kadar da başarılıydılar. İstanbul'dan, asilerin üzerine gidilmesi zaruret haline gelmişti. Vezir-i Âzam İbrahim Paşa 3 bin Yeniçeri ve 2 bin Sipahiyle harekete geçti.
Tehlikenin en büyüğü Hacı-Bektaş sülâlesinden olduğu söylenen Kalender-Şâh idi. Mezhep itibariyle tarafları kalabalıktı. Diğer asilerin mağlubiyeti, onlardan dağılan takımlarında Kalender-Şâh'a gelmelerini temin etti. Kâlender-Şâh gerçek Şahlık hülyalarına kapıldı. Önceleri devletin paşalarına boyun eğdirdi; birçok önemli kişi dâhil devletin ordusuna büyük zayiat verdirdi. Sancakbeyi, Beylerbeyi, Defterdar gibi büyük rütbe sahipleri Kâlender-Şâh'ın adamları tarafından öldürüldü.
Vezir-i Âzam İbrahim paşa önceleri saldırıdan uzak durup Hammer'e göre siyâset yapmış, Danişmend'e göre korkaklık göstermiş), Türkmenler'den birtakım kimseleri kazanmış, çok az adamı kalınca da, kolayca ve küçük bir müfreze ile Kalender'in yakalanmasını sağlamış. Kalender-Şâh'ın kesik başı Vezir-i Âzam'ın huzuruna getirildi.
İbrahim Paşa hiç bir şey yapmamış olsa da her şeyi yapmış muzaffer Başkumandan rolündeydi. Daha önce Celâliler'in önünden kaçan Beylerbeyleri ve diğer önemli şahsiyetleri divana çağırdı. Behrâm Paşa da bunların içindeydi. Ağır hakaretler gördü beyler ve Behrâm Paşa. Kendilerini müdafaa edemediler. İbrahim Paşa, kendisine göre suçlu olan bu insanlar için cellâtları hazırlamıştı. Piri Paşa'nın oğlu Mehmed Bey İçel Beyi idi ve o da sigaya çekilenlerin arasındaydı. Diğerleri suçtan sıyrılmak için bir şeyler söylerken hep suskun duruyordu, "sükûtu bozarak, Pâdişah'ın saadeti için duâ ettikten sonra:
"Ecdadımız bir muharebeye girecekleri zaman, Allah'tan istimdâd ve tecrübeli ihtiyarlarıyla müşavere etmeyi mutad edinmişlerdir; biz ise ne onu yaptık; ne bunu yaptık; gurur, nefsimize i'timad bu felâketleri başımıza getirdi. Cezamızı çekmek için işte kılıç ve işte başlarımız" dedi."
İbrahim Paşa, Pirîzâde Mehmed Bey'in konuşmasından müteessir olup geçmişe ait bütün suçları affetti. Piri zadeyi, dönüşünde İstanbul'a getirdi; Pâdişah'ın iltifatlarına nail olan Mehmed Bey'le ilgili gayet kötü bir hikâye anlatılır.
Hikâyeden önce kafa karıştıran bazı sorulara cevap aramaya çalışacağız: Piri Paşa'nın adı Mehmed, oğlunun da aynı adı taşıması biraz uzak ihtimal değil mi? Piri Paşa'nın oğlu, yani şimdi anlatılan zat İçel Valisi. Vâlilik'ten Kadılığa geçmiş olabilir mi? Bunlar zor cevaplanacak gibi görünüyor: Şimdi, niçin bunları anlatıyoruz?
Pirî Paşa'nın ölümü; Frenk İbrahim Paşa'nın, "yarın tekrar sadârete getirilebilir" korkusuyla zehirlettiği şeklinde anlatılıyor; zehirleyenin de Pirî Paşa'nın Edirne Kadısı olan oğlu Mehmed Efendi olduğu söyleniyor. Bütün kaynaklar aynıdır. Bizim zannımızca bu işte bir yanlışlık var. Okuyucu biraz fikir jimnastiği yaparsa Piri Paşa'yı zehirleyenin oğlu olmadığı kanaatine varır gibi geliyor. Bu konuyu daha fazla uzatmanın lüzumu yok.

Kaabız Meselesi (1527)

Kanunî Sultan Süleyman "Din-i mübîn-i" uzak diyarlara yaymaya çalışırken, bir başka din yayıcısı İstanbul'u kaynatıyordu. Macaristan Seferi'nden muzaffer dönen pâdişâhın karşılaştığı manzara hoş değildi. Taht şehrinde bir yabancı Hazreti Muhammed'i küçültücü sözler sarf ediyor, iddialarını ayetlere dayandırarak kendisini savunuyor, herkes, söylediklerinin yanlış olduğunu biliyor, ama hiç kimse onu susturmaya, daha doğrusu mat etmeye kadir olamıyor.
"İsa'yı Resulullah'tan üstün olarak beyan eden Kaabız, Şeri Şerife tam bir vukuf sahibi olduğundan, daha çok, telin ediliyordu. Eskiden olsa Yavuz Selim'in cellâtları nasıl bir süratle bu meseleyi hallediverirdi? Sanki Sultan Süleyman'ın kılıcı mı yoktu?"
Bahse konu Kaabız İranlı'dır. Türkiye'ye, saf İslâmı bozmak için gelmiştir ve ağzı iyi laf yapmaktadır. Bildiği hadisleri ve âyet-i kerîmeleri istediği manalarda yorumlama kabiliyetine sahiptir. Susturulması için kılıç değil, ilim gerekmektedir.
Anadolu ve Rumeli Kazaskerleri tarafından iki gün mahkeme edilen Kaabız ilmi yönden susturulamamış ise de, ölümüne hükmedilmiştir. Fakat Pâdişâh bu hükmü geçersiz saymış. Sonra bu işin halli için "İbn-i Kemâl" lakabıyla meşhur Şeyhülislâm Kemâl Paşazade Şemsüddin Ahmed Efendi ile o devrin en büyük âlimlerinden İstanbul kadısı Saadüddin Çelebi davet edilmiştir." Bu iki âlim Molla Kaabız'la münakaşaya başlamışlar. Kaabız'ın getirdiği tümü çürük deliller Kemal Paşazade’nin ilmi delilleri karşısında tutunamamış ve Kaabız seri delillerin önünde günahkâr boynunu ipe uzatmıştır.


Bosna, Macaristan ve Dalmaçya'da Fetihler (1527–1528)

Kanunî Sultan Süleymanlı zaman Osmanlı Ordusu için baştan ayağa savaş ve zafer demek olmalı ki; bir tarihçide şöyle bir cümleye rastladık: "... Geçen kış esnasında Vezir-i Âzam'ın Divan'a, Osmanlı askerinin bir muzafferiyetini yahut bir zabtını arz etmediği gün pek nadir olmuştu" Tabii ki bu büyük abartıdır. Hele de kış, savaş zamanı değildi. Biraz şımarıklık sayılmasa şöyle denebilir "Canı dövülmek isteyen haksız işlere kalkışıyor Osmanlı Ordusu gidip dövüyor, biraz da topraklarından alıp geliyor." Ama herkes doğru durursa savaş niçin olsun ki?
Başlıkta adları anılan yerlere gidilmesine sebep, Mohaç zaferinden sonra yıkılan Macar Krallığı'nın yerine yeni birilerinin çıkmaya çalışmasıdır. Bosna, Dalmaçya ve diğer kaleler birer birer baş eğdi, İstanbul sıkça fetih müjdeleri aldı. Fetihlerin en büyük kahramanları burada anılmalı ki adları milletimiz tarafından unutulmasın. Bunlardan biri İkinci Bâyezid'in kızdan torunu Bosna Beylerbeyi Husrev Bey, diğeri Semendire Beyi Yahya Paşazâde Bâli Bey'dir. Fethedilen kalelerin isimlerini de sıralayalım Yayca, Banyaluka, Sokal, Balajesero, Orbovatz, Serepwor, Aparuc, Perga, Bassatz, Greben ve Kırbava...

Zapolya ile Ferdinand'ın Elçileri

Macaristan tahtının yeni sahip bulması her zaman için zor işlerdendi. İstiklâline son verilen Macaristan'ın Kralı Layoş vâris bırakmadan öldü. İki kişi kral olmak için yarışa girdi. Macar milliyetçileri Erdel Voyvodası Zapolya'yı, Almanya İmparatoru Şarlken de Masimilyen'in torunu Arşidük Ferdinand'ı istiyordu. Kanunî Sultan Süleyman bir görüşmede Macar zadegânına Zapolya'yı Kral tâyin edeceğinin sözünü vermişti. Mohaç Meydan Savaşı'nda Macaristan'ın istiklâli sona ermiş ama bütün Macaristan işgal edilmiş değildi. Mühim bir kısmı bağımsızlığına devam eden Macaristan'ın işte o kısımları için, iki kişinin kıyasıya mücadelesi devam ediyordu. Osmanlı Ordusu'nun dönüşünü müteakip Ferdinand'la Zapolya kapıştılar. Zapolya mağlup oldu. Zapolya, Kanuni’nin gönlü kazanılmadan, krallığı kazanamayacağını biliyordu. Bunun için çok maharetli bir sefir olan Laçki'yi Pâdişah'a elçi gönderdi. Kendisine va'dedilen tacı istiyordu.
Jeram Laçki istanbul'a geldi, Pâdişah'tan evvel vezirlerle görüştü. Venedik Gritti'nin oğlu Lui Gritti ile dostluk kurmuştu, onun sayesinde görüşme yolları açıldı. Laçki mühim bir diplomat idi. Lui Gritti'ye, büyük bir rüşvet sayılacak teklifte bulunmuştu ki, bu, Zapolya'nın sahip olacağı Krallık'taki en mühim piskoposluktu.
Lui Grittli Osmanlı idaresinde sevilen, hatırı sayılan bir büyükelçiydi; onun sayesinde Laçki rahatladı. Görüşmelerde zorluk çekmedi. Fakat herkes haddini, Dâmad İbrahim Paşa'da gücünü göstermeyi bilecekti! 22 Aralık 1527 tarihinde ilk defa, Laçki-Vezir-i Âzam görüşmesi yapıldı.
"Niçin metbûun Macaristan tacını Pâdişah'tan daha evvel istememiştir? Ofen yangınıyla Kral Köşkü'nün muhafazasının ne demek olduğunu anlamadı mı? Burada her şeyden malumat alınmıştır. Arşidük'ün, senin efendinin değerlerinin ne olduğu ve Hıristiyanlığın öteki Prenslerinin ne yapabilecekleri malumdur."
İbrahim Paşa'nın Pâdişâh gibi konuşması elçinin dikkatinden kaçmamıştı. Verdiği cevapta elçi, kendisinin teveccühüne mazhar olmayı ümit ettiğini söyleyip, İbrahim Paşa'nın gururunu okşamaya çalıştı.
Elçi ertesi gün Vezir Mustafa Paşa'yla görüştü. Bir Osmanlı Padişahı'nın ne demek olduğunu elçiye anlatan Paşa "... Sen dedi, vergisiz olarak ve Pâdişahın kullarından biri tarafından geliyorsun. Bilmez misin ki güneş gibi yegâne olan metbûumuzun gökte ve yerde hükmü geçerlidir. Sen Transilvanya Banı'nın adamı, saadetli Pâdişâhı, efendin kadar âciz, fakir bir prensin babası olmak üzere yâd etmeye nasıl cesaret ediyorsun?"
Elçi, İbrahim Paşa'yla ikinci defa görüştü. Uzun konuşmasında İbrahim Paşa Osmanlı Devleti'nin büyüklüğünü, Pâdişah'ın eşsizliğini, kendisinin gücünü, istedikleri herşeyi yapma kudretine sahip olduklanı anlattı. Bir yerde dedi ki: "Malûmun olsun ki, bizim şahin pençesinden daha korkunç pençelerimiz vardır. Ellerimiz bir kere koyduğumuz yerden çıkmaz, meğerki kesilmesin."
Daha sonra Pâdişâhla ve ondan sonra yine Vezir-i Âzam'la görüşebilen elçi şu güzel sözleri işitti:
"Şimdi metbûuna "Kral" diyeceğiz; Transilvanya Banı değil. Padişahımız, hükümdarının düşmanları üzerine bizzat yürüyecektir. Artık ne hediye isteriz, ne vergi!"
Laçki, talimatları da alıp bir yığın hediyelerle memleketine gönderildi. Zapolya'nın elçisinin başarılı bir diplomasi örneği verdiği duyulunca Ferdinand'ın da hevesi uyandı; o da bir elçilik heyeti gönderdi. 29 Mayıs 1528'de bin atlıyla karşılanıp, İstanbul'a girdiler.
Ferdinand'ın elçisi Pâdişah'tan, daha önce fethedilmiş yerleri talep ediyordu. Bu olacak iş mi? İbrahim Paşa istenen yerlerin listesini görünce hayrette kaldı ve dedi ki, "İstanbul'un da istenmemesine çok şaşırdım."
Aynı sözleri iki insanın sunuş tarzı o kadar farklı oluyor ki. Zapolya'nın ilmî siyâseti bilen elçisi Laçki mâirâne kullandığı diliyle kazanmıştı; Ferdinand'ın elçisi Hobordanski bunu başaramadı. İstenenle beraber, isteniş biçimi de Kânunî'yi kızdırdı. Elçiler dokuz ay kadar zorunlu misafirlikten sonra serbest bırakıldılar. Para ve diğer hediyelerle yolcu edilirlerken Ferdinand'a şu mesajı götürmeleri istendi. "Beklediği cevabı, bütün ordularımla gidip, kendisine vereceğim."

Vezir-i Âzam'm Parlayan Yıldızı (28 Mart 1528)

Pargalı İbrahim, ormanda yankılanan kemanının yanık sesiyle ikbal kapısına dayanmıştı. Kanunî ile beraber paylaşacağı günler geldi. Çok kısa sürede Vezir-i Azam oldu. Şimdi Ulu Pâdişâh, onu dâimi serasker yaparak biraz daha geniş selâhiyet verdi. Daha önce olmuş, görülmüş değildi. "Padişah iştirak etmiş olsa da, olmasa da savaşların başkumandanı İbrahim Paşa'dır: Her ne isterse pâdişâh isteği hükmündedir..."
Pâdişâhın böyle bir yetki devri nereden icabetmişse, bunu bilmek zor; çünkü henüz kendisi de genç ve usanma derecesine gelecek yorgunluk olmamıştı. İbrahim Paşa'yı Piri Paşa'nın bile görmediği salâhiyetlerle taltifi her neye dayanırsa dayansın hoş görülmemiş ama hesabı da sorulmamıştır. Padişah Allah'tan başkasına hesap verme mevkiinde değildi.

Viyana (10 Mayıs 1529) Dördüncü Seferi Hümayun

Viyana biz Türkler için yarım kalmış yanık bir türküdür. Asırlardır, ne zaman "Viyana" dense gizli bir hıçkırık genzimizi yakar.
Bu seferin açılış sebebi anlatılmıştı. Macar tahtının Layoş (Lui)'un ölümüyle boşalması ve iki adayın mücadelesi... Macar asilzadelerinin, milliyetçilerinin istediği Zapolya Kanunî tarafından da isteniyordu. Bir kısım Macarlar ile Alman Kralı Şarlken Ferdinand'ı istiyor; Şarlken'in isteyişinin herhalde en geçerli sebebi Ferdinand'la kardeş olmalarıydı.
Sonunda Macaristan iki krallı oldu. Aralarında savaştılar Zapolya yenildi. Pâdişah'ın tâyin ettiği Kral yenilmişti. Ona sahip çıkılması büyük Sultan için en tabii vazife idi.
Eyüp Sultan Türbesi ve diğer meşhur evliyanın kabri ziyaret edildi. Cenâb-ı Allah'a zafer müyesser etmesi için yakarıldı. 10 Mayıs 1529'da İstanbul'dan büyük ordu ile yola çıkıldı. Asker mevcudu her zaman olduğu gibi yine, birbirini tutmayan rakamlarla anlatılıyor. 120.000'den 200.000'e kadar değişen rakamlar, herhalde üzerinde durmamamız gereken bir şeydir. Bu seferde deve bulunduğunu ve 300 topun mevcudiyetini de not edeceğiz. Sefer'in seyrini günü gününe değil de belli başlı noktalarıyla takdime çalışırsak: 10 Mayıs İstanbul'dan, 30 Mayıs Edirne'den hareket. 5 Haziran'da Filibe. 20 Haziran'da Sofya'da görünüyor Kanunî. 15 Ağustos'ta, Zapolya taraftarı Macar milliyetçileri Türk Ordusu'na gelip itaat arz ettiler. Bir büyük kurtarıcı olarak bekledikleri Kânunî'nin gelişine karşı heyecanlı sevgilerini gösterdiler.
18 Ağustos'ta üç sene önce zafer yaşanan Mohaç Ovası'nda, Kanunî ve ordusu yaşadıklarının hatırasını canlandırıyordu. Zapolya ise, Pâdişâhı karşılamaya gelmiş, bir an evvel elini öpmek için sabırsızlanıyor. 19 Ağustos'ta Zapolya huzura kabul edildi. Otağ-ı Hümâyun, içten sırmalı kumaşlarla döşeli idi. Dıştan altın direkler üzerine kurulmuştu. Bu Otağ'da Zapolya Kânunî'nin elini öptü. Gel gelgelim Viyana Kuşatması'na.
Hammer doğruysa kuşatma 120.000 askerle yapılmıştı. İnanılır gibi değil, "20.000 deve vardı" diyor. Ayrıca Tuna üzerinde 800 balıkçı kayığından mürekkep bir İace Donanma mevcuttu.
Sayılarda yanlışlık olsa da doğru olan şu idi ki; Osmanlı Ordusu Viyana Muhasarası'nda düşmanı rahat altedebilecek kuvvetteydi. Olması gerekenle olanın benzerliği yok. Niçini şöyle cevaplanıyor:
Kralını tâyin ettiğin bir memleketin sana karşı koyması olacak iştir; ama senin onu yenemeyişin biraz sıra dışı bir hâdise olmaz mı? Tekrarında fayda var; savaşa giden Türk Ordusu Başkomutanı önce sulh yoluyla istediğini elde etmeyi dener. Bir kale ise muhasara edilen; bu yapılır, tam savaşa hazır vaziyet hâsıl olduktan sonra da kansız teslimi istenir. Kuraldır; eğer kendiliğinden teslim kabul edilirse hiç kimsenin burnu kanatılmaz, kimsenin malına mülküne kimsenin zararı dokunmaz. Ordu savaşa mecbur bırakılır, savaşır ve de kazanırsa üç gün yağma yapılır. Eğer yağma izni vermeden zafer beklerseniz asker isteksiz hareket eder.
Daha önce "Budin kalesi teslim alındığı zaman şehrin yağmasına müsaade edilmemiş olması, Ocağın Viyana muhasarasına gönülsüz gitmesiyle neticelenmiş ve yeniçeriler için bu muhasara Budin'deki mahrumiyetin intikamım almaya vesile teşkil etmiştir. Kışın ağır şartları ve hatta yiyecek sıkıntısının üzerine Şarlken'in bütün ülkelerden asker toplayıp Avupa'yı Türk istilâsından kutarmaya teşebbüsü" netice alınamayışınım sebepleri olarak sıralanır. Bunlara ila¬eten Vezir-i Âzam İbrahim Paşa'nın ihaneti bile düşünülür. (İ.H.D.)
"Türk ordusu üç gün (10–11–12 Ekim) sürekli surette şehre hücum etti. Fakat bir türlü Viyana alınamadı... Vezir-i Âzam bir savaş danışma kurulu toplayarak; mevsimin ilerlediğini yeteri kadar yiyecek bulunmadığını ve bir kuşatma savaşında üç hücumu yeter gören şeriat hükmünün yerini bulduğunu belirtti. Bu bakımdan yapılan görüşme sonunda bir hücum icrası kararlaştırıldı." (H.) Burada İbrahim Paşa'nın şeriatı ileri sürerek "bu iş burada biter" demesini aleyhine bir davranış olarak kullanırlar. Çünkü "o gün açılan" "gayet de eyu" gedikler üzerine nedense hücum yaptırmamıştır."
Bir rivayete göre Osmanlı ordusunun zayiatı 40.000, bir diğer rivayete göre 14.000. Karşı taraf içinse birbirini tutmayan rakamlar söylenir. Türkler'in yarısı kadar diyen de var,iki misli diyen de. Bunlar tartışılsa da, hiç tartışılmayan bir gerçek: Kânunî'nin boynu bükük dönüşüdür! Viyana'dan mahsun dönüşün suçlusu görülen İbrahim Paşa'nın vazifesini tam olarak yaptığına inananlar da var. Hammer'e göre Viyana'yı savunanların yiğitliği, İ. H. Uzunçarşıh'ya göre mevsimin kışa dayanması Viyana'nın düşürülmesini engellemiştir.
Ordu 16 Ekim'de Budapeşte'ye hareket etti. Viyana alınamamış olsa da Avusturya'nın çarpışmaya mecali kalmayışı, Akıncılar tarafından birçok şehrinin talan edilişi başarı kabul edilmiştir. Belki teselli içindi ama şu yapılmıştı. Pâdişâh zafer kazandığı zaman olduğu gibi Viyana civarına kurulan Otağ'da tebrikleri kabul etti.
Ordu 25 Ekim'de Budin'e, iki gün sonra Peşte'ye vâsıl oldu. Peşte Ordugâhında Divan kuruldu ve burada Türk himayesi altındaki Kral Zapolya, Pâdişah'ın gazasını tebrik etti. Bunca merasimler kazanılamayan bir savaşı kazanılmış gibi göstermeye yetmiş midir acaba?
Aynı ayın 29'unda İstanbul'a hareket eden Kanunî 16 Aralık'ta gelebildi. Viyana'da kazanılan en kıymetli şey belki de Macar Krallık Tacı idi. Miladi 1000 senesinde Türk milletinin tamama yakını Müslüman olmuştu. Türkler'den olduğu kabul edilen Macarlar Hıristiyanların içinde -ortasında- yaşıyor olmakla, daha çok o dinin baskısına muhatap idi. Arpad hanedânından Macar Kralı Sen Etyen milletinin Hıristiyan olmasında mühim rol oynamıştı. (Hicrî 390) Papalık makamı tarafından Sen Etyen'e krallık unvanıyla beraber bir taç gönderilmişti. Kanuni’nin ordusunun ele geçirdiği işte bu taç idi. Bunu Zapolya'ya gönderdiler. Birçok yönüyle beraber, bir de bu tarihi taç meselesi meydana çıkınca Viyana
Kuşatması'na en çok sevinenin kim olduğu bellidir.

Şehzadelerin Sünnetleri

Viyana muhasarasının başarısızlığı kolay unutulur cinsten değildi. Pâdişâhı hoşnut edecek, diğer kalelerin fetihleri önemli idi amma, olmaza alışık değildi Kanunî ve Viyana kuşatması başarılı olmamıştı. Bunun, gönlünde açtığı hüzün yarası kapanmıyordu. 1530 Haziranı biterken, Şehzade Mustafa, Mehmed ve Selim'in sünnet düğünleri düşünüldü. Üç şehzadenin üç hafta süren düğünleri tek kelimeyle muhteşem olmuştu. Osmanlı Devleti'nin ve Kânunî'nin ihtişamı sergileniyordu. Yerli yabancı bütün davetliler paha biçilmez hediyeleriyle cömertlik yarısına girmişlerdi. Düğünde her şey yarış biçiminde geçerken, Kâğıthane'de bir de at yarışı yapılıyor, böylece şenlikler bitiyordu. : Kanunî Sultan Süleyman gülümseyen yüzünü vezir-i âzamına çevirip, soruyor:
" — Senin hemşiremle evlenmen düğünü mü, yoksa oğullarımın sünnet düğünü mü daha güzeldir?"
İbrahim'in verdiği cevap şöyle olmuştur:
" — Benim düğünüm gibi bir düğün şimdiye kadar olmamıştır. Ve kolayca da olmayacaktır."
Bu beklenmedik cevaptan biraz gücenen padişahın:
" — Neden?" diye sorması üzerine de, İbrahim Paşa şu zarif sözleri söylemiştir:
" — Sizin düğününüzde benim düğünümdeki kadar büyük davetli yoktu. Benim düğünüm zamanımızın Süleymanı olan Mekke ve Medine Padişahı’nın huzuru ile şeref kazanmıştır."
Pâdişâh bu mehabetti övmeden sevinmiş ve vezir-i âzamına takdirlerini beyan etmiştir."
Belli ki, Kanunî Vezir-i Âzam'a darılmayı, küsmeyi pek istememekte; birazcık gururunun okşanması ile hemen yatışmaktaydı.

Alman Seferi Beşinci Seferi Hümayun (25 Nisan 1532)

Kanunî Sultan Süleyman 200.000 kişilik muazzam ordusuyla Almanya üzerine giderken karşısında kendi sikletine uygun bir rakip görmek istiyordu. Hammer diyor ki:
"İbrahim Paşa'nın bir sözü vardır. Alemde sadece bir Allah olduğu gibi, dünyada da sadece bir imparator (Şehinşah)’dan fazla bulunmaması gerekir. Pâdişah-ı âzam olan Sultan Süleyman'ın karşısına çıkıp da ezilmeye lâyık biricik düşman olsa olsa Almanya'yı Türklere karşı tahrik eden Şarlken olabilirdi."
Kanunî şimdi Avrupa'nın en büyüğü sayılan bu kralla kozunu paylaşmak için yollara düşmüştü. Fakat Şarlken’e hemen hemen bütün Avrupa asker ve para yardımı yaptığı halde, ordusunu sayı olarak olağanüstü arttırmış olmasına rağmen Kanunînin karşısına çıkmaya cesaret edememiş. "Kânunî'nin bu seferi düşman ordusunu değil, düşman ülkesini ezmekle ve Avusturyalılar'dan birçok kale fethiyle neticelenmiştir."
Aynı senenin 3 Mayısında Edirne'ye hareket eden Pâdişâhı Temmuz'da Belgrad önlerinde görüyoruz. 21 Temmuz'da başlayan kale fetihleri 10 Ağustos'a kadar tam 17 kale alınmasıyla devam eder ve 8 gün sonra Güns Kalesi de teslim alınarak, sayı 18'i bulur.
Kanunî, karşısına çıkamayan Kral Ferdinand'a bir Nâme-i Hümâyun gönderir. Peçevî'nin "kâfir tarihlerinde yazılmış olduğuna göre" dediği, padişah mektubunu ondan alıyoruz.
"Bu kadar zamandır erlik taslarsın, merd-i meydanım dirsin. Şimdiye dek kaç oldu üzerine geliyorum ve mülküne dilediğim gibi tasarruf ediyorum, ne senden ne de karındaşından nâm-u nişan yok! Size saltanat ve erlik davası haramdır! Askerinden, hatta avretinden utanmaz mısın? Belki avrette gayret var, sende yoktur! Eğer er isen meydana gelesin! Hak-Teâlâ Hazretleri'nin takdiri ne ise yerine gelse gerek. Seninle saltanatı Beç sahrasında üleşelim, reaya fukarası dahî âsûde olsun! Yoksa meydanı aslandan hâli buldukça tilki gibi fırsatla av kapmayı erlik sayma! Bu sefer de meydana gelmezsen avretler gibi iğ ve çıkrık alup dahi padişahlık tacın urunmayasın ve erlik adım diline getirmiyesin!"
Bunca hakaret ihtiva eden mektup bile ünlü Şarlken ile kardeşi Ferdinand'ın kılını kıpırdatmamış, Yavuz'un Şah İsmail üzerinde görülen mektubunun tesiri, bunlarda görülememiştir:
"Kânunî'nin çarpışacak bir düşman ordusu bulamadığı için Avusturya'yı baştanbaşa bir kere daha tahrib ederek mevsim sonunda nihayet verdiği bu Alaman seferinin neticesini garb menbaları çarpıtarak, Kânunî'nin, Habsburg ordusuyla karşılaşmaktan koktuğu için kaçtığı şeklinde anlatmışlardır."
Kânunî'nin gayesi bir meydan muharebesi olduğu halde, meydanı boş bulması canını sıkmıştı. Düşman, ancak kale müdafaalarıyla karşı koymaya çalışınca bütün kaleler de fethedilmiştir. Bir yanda muazzam ordusuyla Kanunî karşısına çıkacak kral ararken, öbür yanda Akıncılar şehirleri, kasabaları, köyleri hallaç pamuğuna çeviriyorlardı. Düşmanın bir tek övüncü olmuştu bu savaşta, o da şu:
Akıncı beylerinden bir ikisi şehid düşmüştü. Bunlardan Kasım Bey'in altın üzerine murassa tulgasını cenazesinden çıkarıp alabilmişler! İsmail Hami Danişmend, Hammer'in bu hâdiseyi anlatışını kınar ve şöyle der:
"— Yalnız bunları muvaffakiyet gibi göstermenin ve bilhassa Hammer'in yaptığı gibi bir kasabanın beş yüz kişilik bir Akıncı koluna karşı tek bir kişi tarafından müdafaa edilip Türk Akıncılarını çil yavrusu gibi dağıtmış ve perişan etmiş olduğu hakkında birtakım safsatalar kaydetmenin yalnız ilim zihniyetiyle değil, akıl ve mantıkla da hiçbir alâkası yoktur; bu gibi iddialar ancak kendilerini avutmak hissiyle izah edilebilir."

Pîri Mehmed Paşa'nın Ölümü (13 Kasım 1532)

Kanunî onun ağırlığı altında rahat edemiyordu, bu derece yüksek bir şahsiyet idi. Yüklü bir aylığa bağlayarak emekliye ayırmış, o da Silivri'de çiftliğinde yaşıyordu. İstanbul'a ancak önemli zamanlarda geliyordu. Öldüğü zaman 66–67 yaşlarında idi. Pargalı İbrahim'in zehirlettiği rivayet edilir. Bu işin yardımcısı olarak verilen isim ise Edirne kadısı Molla Mehmed Efendi'dir.

Avusturya Elçisi (Ferdinand'ın Ezilişi)

Kanunî Alaman seferinde büyük avı yakalayamadan 21 Kasım 1532'de İstanbul'a dönmüştü. Avusturya anlamıştı ki Kanunî ile dost olmak, -en azından düşman olmamak- en akıllı yoldur. Sulh yapılması için elçiler gelir Ferdinand'dan. Önce Vezir-i Âzam İbrahim Paşa tarafından kabul edilen elçiler, burada adam akıllı terbiye edilirler. İbrahim Paşa, kralları ile Pâdişâh Kanunî arasındaki farkları anlatır. Nasıl davranmaları gerektiği hakkında, onlara tavsiyelerde bulunur; bu tavsiyeler ağırcadır amma, zayıf olanın katlanmaktan başka çaresi yoktur. İbrahim Paşa, Padişahını yüceltir de kendisini ihmal eder mi hiç?
"— Bu büyük devleti idare eden benim. Her ne yaparsam yapılmış olarak kalır. Çünkü bütün kudret benim elimdedir. Verdiğim verilmiş, reddettiğim reddedilmiştir. Savaş, barış, servet, kudret benim elimdedir." Bunun üzerine Kornelyus (elçi) aldığı talimat uyarınca Ferdinand'ın, Pâdişâhı babası ve İbrahim Paşa'yı da kardeşi alarak selâmladığım söylemiştir."
Avusturya ile sulh antlaşması 22 Haziran 1533'te imzalandı.
1- Kral Ferdinand pâdişâhı baba ve metbû bilecek, vezir-i azamla müsavi sayılıp ona kardeş diyebilecek.
2- Ferdinand Osmanlı ülkesine kendi arazisi gibi rivayet edecek. Pâdişâh Avusturya'yı ülkesi, halkını tebaası olarak bilecek;
3- Ferdinand Macaristan üzerindeki veraset iddialarından vazgeçecek;
4- Macar Kralı Jan Zapolya ile aralarında olacak mukaveleleri Osmanlı pâdişâhı görüp tasdik edecek, v.s.
Yapılan antlaşmada, kuvvetli bir hükümdarın âdilâne bir dünya nizâmı siyaseti var, mazlumu koruma arzusu var...
Eski Macar kraliçesi Maria'ya kocasından kalan malikâneye dokunulmaması, kadının rahatça yaşaması bile bir madde olarak metne geçirildi.
Bu antlaşmaya süre konmayıp "muvakkat değil daimîdir" denildi. Daha önceki pâdişâhlar gibi Kânunî'nin de yönü Batıya çevrili idi. Lâkin bir zamanlar daha ziyâde Kara-manoğulları'ndan köstek görüldüğü gibi İran'dan da hiç rahat nefes alınmamıştı. Şimdi yine İran, Padişahı huzursuz edecek davranışlarda bulunuyordu. Zaten bu İran köstek olmasaydı "Türk hamlesinin en aşağı Ren'de duracağı muhakkaktı. Hatta Papa'nın Şarlken'e gönderdiği bir kardinal, Avrupa Hıristiyanlığını Türk istilasından Tahmasb'm kurtardığını söylemiştir."

İbrahim Paşa'nın İran Seferi

İran'ın canı tokat istemişse vurulur. Kanunî Vezir-i Âzam İbrahim Paşa'yı gönderir. Ekim 1533. Bilâhare kendisi gidecektir.
İbrahim Paşa'nın pâdişâh gibi davrandığını anlatan tarihçiler onun çok önemli işler başardığım da yazarak hakkını teslim ederler: Aleyhine kullanılan en önemli yanlışı ise kullandığı bir tabirdir. "Serasker-i Sultan" İleride çekeceği cezada bunun da payı olduğu sanılıyor.
Önceki bahislerde geçtiği gibi, Çaldıran Meydan Savaşı'ndan sonra, ölen Şâh'ın yerine geçen oğlu Tahmasb Osmanlı Devleti'nin düşmanlarıyla dost olmaya çalışıyordu. Kânunî'nin beklediği samimi davranışı esirgiyordu. Bir yandan Haçlıları Osmanlı aleyhine birliğe teşviki, bir yandan Kânunî'ye karşı kuralsız hareketi (ki, görevi devralışının bildirilmeyişi gibi), İran'a karşı savaş açılmasını zaruri kılmıştı. Öncelik Batı'da olduğu için Şâh İsmail'in oğlu, Şah Birinci Tahmasb sırasını bekleyecekti. Batı'da yapılacaklar yapıldı, ordunun yönünü doğuya çevirme zamanı geldi.
Osmanlı'nın ayağı bir yerde sabitlenemiyor zaten. Eskiden, bir Bizans veya Sırpla Batı yakasında, bir Karamanoğlu'yla Anadolu'da çarpışılırdı. Şimdi, yani yarım asırdan fazla zamandır Doğu'da; İran'la barışık olununca Batı'da Macar'lar veya Avusturyalılarla savaşılır, onlarla sulh hâli temin edilince İran'la: Dolayısıyla, İstanbul Pâdişahı'nı özler. Paşalarını, beylerini özler...
İran Şâhı'nın kendi kendine hazırladığı savaş sebebi başka sebeplerle desteklenmişti. Bu sebep, iki ülkenin hudut boyunda bulunan Üçi Vâlisi'nin ihânetiydi. Bunlardan ikisi Safavîler'in Bağdat Valisi Zülfikâr Han'la Azerbaycan Vâlis Ulema Han, bunlar İran'a ihanet etmiş Osmanlı'ya sığınmış bulunuyordu. Buna karşılık "Osmanlı hâkimiyetinde bulunan Bitlis Kürt Emiri Dördüncü Şeref Han’da metbuundan ayrılıp İran'a iltica etmişti."
İşte bu anlatılan sebepler iki ülkeyi savaşa mecbur etti. İbrahim Paşa önder gönderildi, daha sonra da Padişah gidecek. Biz, Kânunî'nin Seferi'nden önce araya giren bir büyük adamla ilgili gelişmeleri aktarmayı, bilahare Kanuni’nin İran Seferi'ne dönmeyi münasip görüyoruz.

Barbaros Hayreddin Paşa'nın İstanbul'a Gelişi

Barbaros kardeşlerin hayatı bir destandır. Türk denizciliğinin en parlak yıldızları olan Barbaroslar Rodos korsanlarıyla çarpıştılar. İlyas-Reis şehit düştü. Bu çarpışmada Oruç Reis esir düşmüştü, onun esaretten kurtulmasından sonra, kardeşi Hızır Reis'le beraber şehitlerinin intikamını almak için çalıştılar. Tunus'un güneydoğusunda Cerbe Adası'nda üslendiler. Korsanlarla yapılan çarpışmalarda Oruç Reis de şehit düştü. Bu arada Cezayir'de hükümetleri kurulmuştu.
Hızır Reis yani Barbaros Hayreddin Cezayir'in devlet başkanı olarak kaldı. "Sultan" unvanını almış bulunan Barbaros Hayreddin, Osmanlı Pâdişâhı Yavuz Sulan Selim'e bir elçi gönderip, ülkesiyle beraber kendisine tabii olduğunu bildirmişti. (15 Mayıs 1519)
Kânunî'nin saltanatı 13 yaşına değmişti. Bilhassa, kara savaşlarında, dünyada önünde duracak bir güç yoktu. Barbaros Hayreddin'in deniz gücü bu kara gücüne destek olursa, bundan sonra hiçbir amiralin denizde Osmanlı Devleti'ne kafa tutma cesareti kalmayacaktı.
Barbaros Hayreddin Paşa muazzam donanmasının başında, 27 Aralık 1533 Cumartesi günü İstanbul’a geldi. Barbaros'un geliş sebebi: Alman İmparatoru Şarlken karada Kanunî ile başa çıkamazken, tarihin ender yetiştirdiği amirallerden birine sahip olmanın nimetini görüyordu. Andrea Dorya İmparatoru'nun emriyle İnebahtı, Pratros ve Koran Kaleleri'ni zaptetmişti. Kanunî Andrea Dorya ile başa çıkacak adamın Barbaros olduğunu biliyordu.
Sinan Çavuş'la bir "Hatt-ı Şerif" gönderdiği Barbaros'a: ".. İspanya'ya sefer murâdumdur; bir yarar âdemi yerine koyup gelesin; eğer muhafazaya yarar âdemin yoğ ise i'lâm edesün!" demişti. Barbaros, bir rivayete göre evlatlığı Hasan Ağa'yı, diğer rivayete göre Ramazan Çelebi adında bir kumandanını muhafız bırakıp, bir filo ile yola çıkmış ve yukarıda anılan zamanda İstanbul'a gelmişti.
Barbaros'un yolculuğu da verimli geçmişti. Mesina Boğazı açıklarında 18 gemilik bir düşman filosunu yaktıktan başka, Preveze Limanı'na sığındığını haber aldığı Andrea Dorya'nın peşine düşmüştü. Ünlü Amiral Barbaros'un geldiğini öğrenince sığınacak liman bulmakta zorlanmış ise de, Barbaros İstanbul'a, Padişah’ın huzuruna daha fazla geç kalmamak için rotasını çevirmişti.
Barbaros, gelişinin ertesi günü Padişah’ın huzuruna kabul edildi. (28 Aralık 1533) Dilimizde bir söz vardır ya, "Krallar gibi karşılandı" diye, olağanüstü rağbet görenlerin durumunu anlatmaya çalışırız Barbaros işte öyle karşılandı. Kânunî'ye getirdiği hediyeler bir ülke kıymetindeydi.
Altın kupalarla gümüş sürahiler taşıyan 200 seçme esir, altın torbaları taşıyan, muhtelif milletlere ait 30 asilzade (esir), ve altın ve gümüş ara torbalan taşıyan 200 genç köle. İntizam içinde resmigeçit yapan sadece bunlar değildi. Boyunları gerdanlıklı, omuzlarında sırmalı kumaşlar ile 200 çocuk esir, altın ve gümüş tepsiler taşıyan, muhtelif Avrupa milletlerinin en güzel kızları, kadınları, bunların sayısı da 200 idi. O zamanın en kıymetli kumaşlarını taşıyan 100 deve, Afrika hayvanlarından bir grup çeşitleme.
Barbaros Hayreddin Paşa'nın kahramanlığı, ganî gönüllülüğü yeter derecede sevilmesini sağlamışken, getirdiği hediyelerle ayrıca değer kazandı. Devlete bağladığı devletine, Padişah onu Beylerbeyi tâyin etti. Teveccühte çok cömert davranan Kanunî 6 Nisan'da Kaptan-ı Deryalığı da Barbaros'a vererek iki taraf için en hayırlı olan işi yaptı.
Bundan sonra, nice yıllar Barbaros Hayreddin Paşa'nın kahramanlıkları ulaşabildiği kulakların müjdeli sevinci olurken, paslı-yaşlı gönüller onunla bayram yapacak...

Altıncı Seferi Hümâyun

Kanunî, Haziran 1534'te İran üzerine gitmek için yola çıkar. Kabir ziyaretleriyle biraz vakit harcadığı için Tebriz'e ancak 27 Eylül'de gelebilir; halkın canlı tezahüratıyla karşılanır. Avusturya'da Ferdinand'ı ve Şarlken'i karşısında göremeyen Kanunî aynı kaderi burada da yaşar. Acem Şahı kayıplara karışır, tanınmış beş kumandanı ise padişaha iltica ederler.
Günler kışın, soğuğun ipini çekiyor, Ekim ayı bitiyor, askerler üşüyordu. Savaşsız telefat veriliyordu. Serasker Vezir-i Âzam İbrahim Paşa ile askeri düzeni sağlayacak olan Baş defterdar İskender Çelebi'nin arası açıktı. Bütün düzensizliklerin ve ölen askerlerin mesulü olarak görülen İskender Çelebi azledilir.
İskender Çelebi'nin esas işi nakliyatı en seri ve emin biçimde sağlamaktı. Hava şartlarının nakliyeyi zorlaştırması kulun kusuru sayılamazdı. İbrahim Paşa sevmediği bir adamdan kurtulmak uğruna, Pâdişâh nezdindeki itibarını kullanmayı denedi. Her insanın gaflet ânı olabileceği gibi, Kanunî de bir insandı ve gaflet anındaydı. Belki de Vezir-i Âzam İbrahim Paşa söz ustasıydı. Bir tek sözle İskender Çelebi azledildi. Peki! İskender Çelebi'den sonra yağmur mu kesildi, yollar mı düzeldi, yolculuk daha iyi mi geçmeye başladı? Hayır.
"Zor güç biraz ilerleyen asker Hemedanı geçip, kudemânın avrund dedikleri Elvend boğazlarına girdikleri zaman yollar hiç geçilmeyecek dereceyi buldu. Birçok eşya kayboldu; 100 top arabası yakılıp, bunların topları düşman eline geçmemesi için gömüldü."
 

Ekli dosyalar

  • 10-KanuniSultanSuleyman.gif
    10-KanuniSultanSuleyman.gif
    16.1 KB · Görüntüleme: 404
Son düzenleme:
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Tarih Öğretmeni Çevrimdışı

Tarih Öğretmeni

Yönetici
Sultan
13 Şub 2021
4,708
1
588
113
Türkiye
Meslek - Branş
Tarih Öğretmeni
Kanuni Sultan Süleyman



10. Osmanlı Sultanı ve 75. İslam Halifesi'dir. Yavuz Sultan Selim ile Hafsa Sultan'ın oğulları olan Kanuni Sultan Süleyman, 1520 ile 1566 yılları arasında hüküm sürmüştür. 27 Nisan 1495'de doğmuş, 7 Eylül 1566'da vefat etmiştir.

1509'da Kefe Sancakbeyliği'ne gönderilinceye kadar, babasının yanında kalmış ve bu müddet içinde iyi bir öğrenim ve eğitim görmüştür. Babası Yavuz Sultan Selim'in 1514 İran ve 1516 Mısır Seferleri sırasında Rumeli'nin muhafazası ile görevlendirildi ve Edirne'de oturdu. Babasının vefatı ile de 30 Eylül 1520 tarihinde 26 yaşında iken Osmanlı Tahtı'na çıktı.

Kanuni Sultan Süleyman, Belgrad'ın fethi (1521) ile Orta Avrupa’nın, şövalyelerin üssü olan Rodos'un fethi (1522) ile de Akdeniz hakimiyetinin kapılarını devletine açtı. 1526'da yüz bin kişilik ordusuyla ve üç yüz kadar top ile Mohaç Ovası'nda Macar Ordusu'yla karşılaştı. Açık ellerini semaya doğru kaldıran sultan; "Ya Rabbi! Senin kudret ve himayeni diliyor, Hazret-i Muhammed'in ümmetine yardımını niyaz ediyorum" diye yalvardı. Tarihin bu en büyük meydan savaşında düşman ordusunu yok eden Kanuni, 20 Eylül'de Macaristan'ın Başkenti Budin'e girdi.

1529'da Viyana kuşatılmak istense de, ekipman yetersizliği ve kış mevsiminin yaklaşması üzerine sonuçsuz kaldı. 1532'de Almanya Seferi'ne çıkan Kanuni, Viyana'yı arkada bırakarak Gratz, Marburg, Gunss ve daha birçok Alman şehirlerini işgal etti. Yedi ay boyunca Avrupa içlerinde dolaştığı halde, İmparator karşısına çıkmaya cesaret edemeyince geri döndü.

1534'te Safeviler üzerine sefere çıkan Sultan, Bağdat ve Basra'yı işgal etti. Bağdat'ta, evliya kabirlerini ve Kerbela'da Hazreti Ali ve Hazreti Hüseyin'in makamlarını ziyaret eden Kanuni, Abdülkadir-i Geylani Hazretleri'nin kabrine türbe ve yanına imaret yaptırdı. Fetih hareketlerine devam eden Kanuni, 1535'te Tebriz'i işgal etti.. 1537'de İtalya Seferi'ne çıkarak, Otranto'ya kadar ilerledi.

Karalarda cihan hakimiyetini eline geçiren Kanuni Sultan Süleyman, Barbaros Hayrettin Paşa vasıtasıyla denizlerde de Osmanlı Devleti'nin gücünü gösteriyordu. Nitekim bu büyük deniz komutanı Haçlı Donanması'nı 27 Eylül 1538'de Preveze'de imha ederek, büyük bir zaferle Akdeniz'de tam bir Türk Hakimiyeti kurdu. Kanuni, Süveyş'te kurduğu donanma ile de Kızıldeniz'i ve Arabistan Sahilleri'ni kontol altına aldı; Avrupalıları Hindistan Sahilleri'nden uzaklaştırmaya başladı.

Bu fetihleri; 1543'te Estergon, Nis ve İstolni-Belgrad, 1551'de Trablusgarb'ın işgali ve 1553'te Nahcıvan Seferi takip etti. İhtiyar ve hasta bir halde iken 1566'da yine savaşa çıkan bu büyük Türk Sultanı, Zigetvar Kalesi'nin işgali sırasında, top sesleri arasında 72 yaşındayken vefat etti. Naaşı Süleymaniye'deki türbesine defnedildi.

Türklerin kendisine Kanuni ve Gazi, Avrupalıların ise "Muhteşem" dedikleri Süleyman Han, babasından devraldığı 6,557,000 kilometrekarelik Osmanlı Toprağı'nı, yaptığı fetihlerle 14,893,000 kilometrekareye ulaştırdı. Bulunduğu yüzyıl, Dünya Tarihi'ne, Türk Asrı olarak geçti. Bu asırda her alanda, devlet ve ilim adamları yetişti. Nitekim sadrazamı İbrahim Paşa, Lütfi Paşa, Sokullu Mehmet Paşa; şeyhülislamı Kemal Paşazade, Ebüssuud Efendi, şairi Baki, Fuzuli; sanatkârı Mimar Sinan; kaptan-ı deryası Barbaros Hayrettin Paşa olan bir devletin padişahı ancak Kanuni olabilirdi.

Sultan Süleyman Han'ın asıl adından daha fazla bilinip, şöhreti olan Kanuni ünvanı, önceki Osmanlı Kanunnamelerini ve dönemi gereği gerekli hükümleri Kanunname-i Al-i Osman adı altında, İslam Hukuku esasları dahilinde toplattırmasından ileri gelmektedir. Kanuni, hareket ve sözleri güzel, aklı kâmil, nezaketli, irfan sahibi, sözleri tatlı, alim, hakim ve şairlere dost, bütün maddi-manevi iyilikleri şahsında toplamış emsalsiz bir padişahtı.

Pek çok hayrat ve iyilikleri olan Kanuni, imar faaliyetleriyle de uğraştı. Memleketin hemen her yerinde camiler, mescitler, medreseler, hamamlar ve çeşmeler inşa ettirdi. Mimar Sinan'ın yaptığı Süleymaniye Camii de bu devirde yapılmıştır. Mimar Sinan, Kanuni'ye; "Padişahım sana öyle bir cami inşa ettim ki, kıyamete değin ayakta duracak bir metanete sahiptir." diyerek bu güzel eserini sunmuştur.

Pek çok özellikleri yanında büyük bir şair olan Kanuni Sultan Süleyman'ın hastalığında yazdığı şu beyti yüzyıllardır dillerde söylenmektedir. "Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi."

Bir olay

Fransa Kralı, bir gün Alman İmparatoru Sarlken´e esir düşer. Bunun üzerine annesi, derhal Osmanlı İmparatoru Kanuni Sultan Süleyman Han´dan yardım ister. Süleyman Han, derhal Alman İmparatoru'na bir mektup yazdırır:

"Biz ki, Diyar-ı Trablusgarb'ın, Diyar-ı Libya'nın, Diyar-ı Mısır'ın, Diyar-ı Rum'un, Diyar-ı ... vesaire´nin fatihi, Sultan Süleyman Han´ız. Sen ki, Almanya'nın Kralı Sarlken´sin. Sana deriz ki, tez Fransiz Kralı kulumuzu serbest bırakasın".

Yazdırdığı bu mektubu, Almanya Kralı'na göndermek için bir paşa dahi tayin etmeye tenezzül etmeyen Süleyman Han, bu iş için sıradan bir çavuşu görevlendirir. Sonuçta, Fransız Kralı hemen serbest bırakılır.
 

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt