Dördüncü Mehmet
DÖRDÜNCÜ MEHMED
(1648–1687)
(1648–1687)
Ekteki resimleri görmek için kayıt olmalısınız
Kaderin kendisine biçtiği rol padişahlıktı. Henüz altı yaşını yedi ay geçiyor "Pâdişah-ı nevcüvan" hazretleri... Varsın olsun, devleti yönetecek insan mı yok Osmanlı'da? Vezir-i Âzam ve diğer vezirler, ağalar, bir de üç nesildir hevesini tatmin edememiş Valide Sultan, yani büyük Valide Kösem Mahpeyker Sultan. Ayrıca Küçük Mehmed'in anası Haseki Turhan Hatice Sultan da var ama o şimdilik birinci plâna çıkamayacak, ancak ileriki yıllarda kayınvalidesini saf dışı ettikten sonra kendisini gösterebilecektir.
Sultan Mehmed'e en ihtişamlı urbaları giyindirilir. Başında üç sorguç; en tepedeki sorguçta irice bir zümrüt... Bindirildiği atın koşumları altın işlemeli, yuları büyük imrahorun elinde... Her şey, Küçük Sultan'ı biraz büyük gösterebilmek için ayarlanmış amma, o yine de bir çocuktu.
Yol kenarlarına dizilen meraklı ahalinin alkış ve "Aleyke avnullah" (Allah'ın yardımı üzerine olsun) sedaları arasında Eyüp Sultan'a kılıç kuşanmaya gidilir, adet yerini bulduktan sonra dönülür. Sıra diğer bir âdete gelir... Bu adet, olmazsa olmazlardandır; alimallah küçük kıyamet kopar, kopar da; tamtakır hazineden cülus bahşişi vermek ne mümkün?
Günler, para bulmak için çare arayışıyla geçerken; parayı bekleyenler etrafta dırdıra başlarlar. "Yeni padişahın tahtı eskidi; gibi sözler, Ocak ağaları aleyhinde ileri geri konuşmalar, eski padişahın hal'inden pişmanlık duyulduğu, bunlar ortalığa telâşe verir.
Devlet erkânının beyninde bir şimşek çakar; bu şimşeğin aydınlattığı sahnede bir sima sırıtır; bu sima, üfürüğü ile hükmü altına aldığı Sultan İbrahim'in sayesinde devleti emerek semiren Cinci Hoca'dır. Herkesçe malûmdur ki, Hüseyin Efendi devletin makamlarını satarak zengin olmuştu; gün bu gündür.
Cinci Hoca'ya iki yüz kese akçe için gidenler, eli boş dönünce, Çavuşbaşı ve divan çavuşları gidip Cinci'yi alıp sadrâzamın huzuruna çıkarırlar. Kırk dereden su getirmesi, servetini inkâra çalışması Cellât Kara Ali'ye yarar! Canı tatlı olan Cinci Hüseyin Efendi, iki yüz kese akçeye kıyamazken üç bin keselik servetinin tamamından olur. O sıralar devletin kestirdiği paraların Züyuf akçe olması Cinci'nin paralarının değerli oluşu, kullananlar arasında (Cinci akçesi) deyiminin çıkmasına yol açar.
Elinden bütün paralan alınan Cinci Hoca, Mısır'a sürgün edilir, araya çeşitli sebepler girmesiyle sürgün cezası Mihaliç'te ikamete çevrilir, fakat bu da uzun zaman devam edemez. Kader defterinin kara sayfalan bir kez dönmeye görsün, insanın başına neler neler gelir? Cinci Hoca'nın kaderinde yağlı ip var imiş, boynunu uzatmaktan başka ne çâre!!
Bir cincinin ölümü, bulanık bir denizi durultacak değildi. Devletin başında muktedir pâdişâh olmayınca neler olduğunu daha önceleri görmüştük. Çocuk Pâdişâha "Devletlü Sultanım" denmesinde samimiyet yoktur. İşler karmakarışık. Kimi, Sultan İbrahim'in boğdurulmasını bahane ederek Şeyhülislâm'la Vezir-i Azama yüklenilirken kimi de alamadığı hakkını kurtarma çabasına düşer.
Ağalar Saltanatının Başlaması (28 Ekim 1648)
Ağalar Saltanatı denen bu dönemde bazıları bazı haklar elde eder, bazı başlar gövdelerden gider. Vezir-i Âzam Sofu Mehmed Paşa azledilir. Yeniçeri Ağası Kara Murad Ağa o makama yükselir. Arnavud olan yeni Vezir-i Âzam için "fenni mekru hilede bî nâzir" dense de, bu zatın hilekârlıkta emsalsiz olması makamını korumasına yetmeyecektir. 9 ay 15 gün sonra giden Sofu Mehmed Paşa'dan biraz fazla kalması daha iyi olduğu manasına da gelmeyecektir.
Bir Küçük Muharebe (7 Temmuz 1649)
Dördüncü Murad'ın saltanatı asileri yola getirmekle geçmişti. Zorbalık yapan Yeniçeri ve Sipahilerden birçoğu isyanlarını canlarıyla ödemiş, içlerinden bazıları da canını saklamayı başarmıştı. Bunlardan biri de Sipahi Gürcü Nebi idi.
Gürcü Nebi Dördüncü Murad'ın kılıç artığı olup Niğde'ye çekilmiş, zorbalığına orada devam ettiriyordu. Görünüşte Sultan İbrahim'in öldürülmesine bir tepki, aslında kendi ceplerini dolduramamanın öfkesi olan Sultanahmet Vakası'nda (28 Ekim 1648) birçok sipahi kırılmıştı. Aynı tarih Ağalar Saltanatının da başladığı gün olarak bilinmektedir. Bu olaydan aldıkları yaranın tamiri için birleşen Anadolu'daki eşkıya sürüsü 15 bin kişiyi bulmuştu. Meşhur Katırcıoğlu ve Konya sipahileri de bu grubun içinde. İstanbul üzerine yürüyen Gürcü Nebi'nin başıbozuk ordusuna karşı Vezir-i Âzam Kara Murad Paşa komutasında devlet kuvvetleri çıktı.
Asi Nebi öldürülen sipahilerin acısını yüreğinde taşıyormuş gibi, onların ölümünden sorumlu saydığı sadrâzamın ve fetva sahibinin cezalandırılmalarını talep ediyordu. Devlet âsiye boyun eğemezdi, eğmedi. Üsküdar Bulgurlu'da devletin öncü kuvveti Katırcıoğlu'nun askerine mağlup oldu fakat Gürcü Nebi bunu değerlendiremedi. Kendileri yeniliyormuş gibi kaçmaya başladı. Bir müddet sonra gafil avlanarak, Kırşehir Sancakbeyi İshak Bey tarafından başı kesilip İstanbul'a gönderildi. Katırcıoğlu eşkıyasına gelince: O sonradan devletin affına uğradı, Beyşehri Sancakbeyliği'ne tâyin edildi.
Pâdişâh çocuk olsa da, devletin erişkinliği bir kere daha ispatlanmıştı. Bir avuç eşkıyaya boyun eğecek kadar zaaf devlete yakışmazdı elbette.
Girit'te Devam Eden Savaş
30 Nisan 1645'te Osmanlı Donanması (Malta Seferi) diyerek Girit'e hareket etmişti. 24 Haziran'da Girit'e asker çıkarıldı. Aynı gün gece yarısı Aya-Todori adasındaki Tortulu Kalesi işgal edildi. 25 Haziran'da aynı adadaki Limon Kalesi fethedildi ve ordu Hanya yoluna düştü. 27 Haziran'da Hanya kuşatıldı. 19 Ağustos 1645'te Hanya Kalesi teslim alındı. Ordu ve donanma Ekim'de İstanbul'a hareket etti. 2 Şubat 1646'da Gazi Deli Hüseyin Paşa Girit muhafızlığına tayin edildi. Bazı kalelerin fethinden sonra mühim sayılan Kandiya Zaferi 19 Şubat'ta yaşandı. 30 Nisan 1648'de Kandiya Kalesi ve limanı ateşe tutuldu. 30 Mayıs'ta büyük zafer güneşi doğdu. 6–7 Temmuz'da Kandiya haricindeki tabyalar zaptedildi. Bütün bunlar Sultan İbrahim'in saltanatı sırasında yaşanan olaylardı. Kalelerin, tabyaların düşmesi demek, kâfi zafer elde edildi demek sayılmıyor. 30 Ağustos 1649'da hâlâ Kandiya Muhasarası devam ediyordu. Yani Girit'te savaş bitmemişti. 15 Mart 1650'de Venedik Donanması Çanakkale Boğazım ikinci defa ablukaya almış, bu olay da Osmanlı Donanması'na korku salmıştı. Her yerde her iş yolunda gitmiyordu.
Kara Murad Paşa'nın Sadaretten İstifası (5 Ağustos 1650)
Devlet tek başlı olmazsa düzenden bahsetmek zor. IV. Mehmed'in çocuk oluşu, iktidar hırsı taşıyan insanların çokluğu sesin de çokluğu demekti. Çok sesin her biri kendi başına bağırınca curcuna meydana geliyor; hâlbuki bir yönetici şeflik yapsa güzel bir mûsiki neşesi tadılırdı.
Ocak Ağaları saltanatı denmişti ya, işte bu saltanat düzenli iş görülmesine engel idi. Murad Paşa sadârete başladığında Ocak Ağalarına danışmadan iş görmüyordu. Âdeta sadrâzam memur, Ağalar amir idi! Ağaların en itibarlısı, Küçük Valide Turhan Sultan'ın desteklediği Çelebi Mustafa Ağa ki kendisine Kethüda Bey deniyor. Vezir-i Âzam Kara Murad Paşa büyük Valide Sultan tarafından tutulmaktaydı. Sanki partiler meydana gelmiş partilerden kimi bu kimi o tarafı tutuyor. Hangi parti kuvvetli gelirse küçük padişaha hâkim olacak, ona hâkim olan devleti yönetecek.
Kara Murad Paşa aleyhine çalışanlar onu eğlence hayatına dalmış olarak suçlamaya başladılar.
Bir müezzinle beraber bağlarda bahçelerde eğlenceye kapıldığı, devlet işleriyle yeter derecede alâkadar olmadığı Valide Sultan'a anlatıldı. Zaten taraftan değildi; böyle bir eksiği de meydana vurulunca Valide Sultan küçük pâdişâh oğluna şöyle bir Hatt-ı Hümâyun yazdırttı:
"Ben seni bağlarda bahçelerde ıyş-ü işret etmen için mi vezir ettim? Memleket işleriyle bir güzel tekayyüd eyle. Bir daha ayyaşlığım işidirsem başını keserim." Pâdişâh Vezir-i Âzami böyle tehdid ediyor. Reisülküttâb Sıddıki Efendiye dert yanan Vezir-i Âzam diyor ki:
"Ben ne zaman vazifemde kusur ettim? Hakkımda söylenenler düşmanlarımın, rakiplerimin iftirasıdır!"
Bunları söyledikten sonra Pâdişah'ın yazı hocasını yanına çağırtan Murad Paşa azarı basıyor:
"Pâdişâh küçük bir çocuk, böyle bir yazıyı nereden bilecek, bun sen öğretmişindir" diyor.
Güzel yazıya hüsn-i hal denirdi. Bütün pâdişâhlar bu meziyete sahip olmalıydı lâkin IV Mehmed'in küçük oluşu, henüz bu vasfa sahip olamayışı için mazeret sayılıyordu.
Kara Murad Paşa aleyhine çalışanlara mukabele edebilecek halde olmadığını anladı. Bektaş Ağa'nın tavsiyesi de mevcud şartlara eklenince saraya gitti pâdiâhla görüştü. Ocak Ağalarını kastederek:
"Şevketli hünkârım dedi. Bir devlette dört sadrazam olmaz. İşte mühr-ü hümayununuz. Fakat Yeniçeri ocağından birine vermeyiniz, çünkü devletinizin zevaline sebep olur."
Osmanlı Devleti Sadrâzam sıkıntısı çekecek değil ya; hizmet için sıra bekleyen, her ırktan yığınla insan var. İşte bir Ahmed Paşa. Bu Ahmed Paşa'nın geçmişi iyidir. Bir de meşhur lâkabı var, Malak! Abaza olan Ahmed Paşa'ya Malak denirmiş, sonradan a'lar e olarak değişmiş ve Melek oluvermiş. Kendisini Evliya Çelebi çok sever, göklere çıkarır, hep "Efendim, Sultanım" diye bahseder Melek Paşa'dan.
Melek Ahmed Paşa'nın Rüyası ve Sadareti (5 Ağustos 1650)
Evliya Çelebi'nin "salih rüya" diye kitabına aldığı bu rüya uzundur, özetini vereceğiz. Paşa Varna'da, Evliyamız'da O'nun yanındadır. Bir sabah Melek Ahmed Paşa:
"Bismillah, Evliya! Salih rüya odur ki," diye başlar anlatmaya. Paşa abdest alırken Rus Kazakları sırtına dokunur. Paşa deri giyimli Kazakların bir kısmını elindeki misvakla yaralar, onlardan akan kanı Rıdvan Halife, Çerkeş Ali, Kürd Mustafa vs. içerler, sonra yere tükürürler. Evliya Çelebi bu rüyayı hayra yorduktan sonra, o gün öğlen vakti Kazaklar'ın Varna'ya saldırdığını, ama alınan tedbirler neticesi fazla zararlı olamadıklarını yazıyor. Başka yerlerde de Evliya Çelebi'nin uçurduğu Melek Ahmed Paşa'nın sadârette hizmeti fazla değildir. İktisâdi sıkıntının hüküm sürdüğü memlekette, yeni gelirler türetilmezse, hangi yönetici rahat edebilir ki? İşin garibi, böylesi sıkıntılı zamanlarda yokluktan istifadeye kalkışan insanların bolca bulunmasıdır.
Altının azlığına binaen "Züyuf akçe" bastırır Paşa; maaşlar böyle ödenirken iş yapıp da para kazanması gereken esnaf, düzensizlikten iş yapamaz hale geldiği için vergi ödeyecek durumda da değildir. Ama ağalar saltanatı parasız olmaz. İşin sonu, esnafın saraya yürümesine kadar dayanır. Abaza Melek Ahmet Paşa'nın yerine Abaza Siyavuş Paşa getirilir.
Siyavuş Paşa'nın Sadareti Öncesi Mali Durum
Ocak Ağalarının saltanatı sürüyor. Hâlâ Kethüda Bey bir numara ve diğerlerine tahakküm ediyor. Aralarında fazla birlik ruhu kalmadı. Mali durum kötü. 1650 senesinde 1651–1652 senelerinin gelirleri harcanıyor. Vezirlerden, hâslarından alınan paralardan vazgeçmeleri teklif edildi. Divanda ortaya atılan bu görüş keselerine dokunmak olduğu için vezirleri huzursuz etti. Heyecanını yenemeyen Gürcü Mehmed Paşa Vezir-i Azama: "Siz dedi, küçük bir mansıbı elli keseye bey eylediğinizde yirmi kese kendinize alırsınız. Hâslarınız tamamen gitse de siz rahatsız olmazsınız. Bizim ise geçim kaynağımız bu hâslardır; bunlar giderse ekmek parası bile bulamayız. Böyle giderse divanda vezir kalmaz!"
Gürcü Paşa'dan sonra söz alan Dâmad Yusuf Paşa: "Benim on yük akçe (1 milyon hassım var; bayram hediyesiyle Sultanın masrafına yetmez. Hâs kalkarsa bu masrafımız da kalkar..." Sultan kocası olmanın maddî müşkilâtı Yusuf Paşa tarafından çok veciz ifâde edilmişti.
Daha birçok kötü senaryolar çizildikten sonra ağalar birbirlerinin gözlerine bakarak dağıldılar.
Ağalar silahlı güce hükmetmenin ayrıcalığını yaşamak istiyor, vezirlerin sıkıntıya düşmesini önemsemiyor, canları sıkılınca toplantıdan ayrılıyorlar.
Vezirler gelirlerinden, Ağalar maaş artı diğer kaynaklarından fedakârlığa yanaşmayınca bütün yük sesini çıkaramayacak insanlara yüklenmek istendi. Bunlar devletten "mevâsât" adı altında ücretten sayılmayan maaş alan emekliler, dullar, yetimler ve ulemâ ve şeyhler idi. Defterdar Emin Paşa hazine açığının kapanması için 70 milyon akçe tutan mevâsât tahsilâtlarının satılmasını teklif edince, Kösem Sultan: "30 bin kişinin ekmeğiyle oynamanın doğru olmadığı, bunların beddualarının alınmaması gerektiği" yönünde haber gönderdi. Valide Sultan'a Devletin müsteşarı olan Sarı Kâtip şu cevabı verdi:
"Filan mollanın, filan dervişin duâsıyla kale fethedildiği işitilmiş şey değildir; bu muharebeyi kim kazandı, şu kaleyi kim aldı diye sorarsanız ya Sarhoş İbrahim Paşa yahut filan zâlim paşadır. Fakir dervişlerin lanetleri de duâları gibi tesirsizdir. O lanetleri ben üzerime alırım."
Hâsılı kelâm mevâsât maaşları kesildi, yine de ihtiyaç görülmedi. Melek Ahmed Paşa sikke ayarını düşürdü. Normalde 50 akçenin yerini 160 akçe tuttu. Bu yol çıkmaz sokaktı. Şimdiye kadar kaç defa girilmiş ise çıkılamamış askeri isyana sevk etmişti.
Esnaf Ayaklanması
Yahudiler ve sarraflar vasıtasıyla Belgrat ve Bosna'dan tedarik edilen züyuf akçeler sağlam paralarla değiştirilirken esnafın tepkisi hesap edilmemişti.
Esnafa yapılan teklif; 118 akçeye bin altın idi. Kârını zararını kavramakla mahir olan insanlar buna razı olmadı. Bir araya gelen 8–10 bin esnaf kendilerine yapılmak istenen maddî zulmü anlatmak için Vezir-i Azama gittiler.
Kesattan, vergilerden bîtap olduklarını, dükkân kiralarını veremez hâle düştüklerini anlatıp, "züyûf akçenin 118'ine bin altın istemek ne demektir? Bin veçh ile kudret ve imkânımız yoktur" dediler.
Bizim Evliya Çelebimizin uçurduğu Melek Ahmed Paşa esnafa öyle bir azar yetiştirdi ki o kadar olur. "Yıkılın bre kâfir gidiler, varın tedârik edin" dedi.
Vezir-i Âzamin huzurundan kovulan esnaf Şeyhülislâm Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi'nin konağına gidip, hallerini pâdişâha anlatmasını rica ettiler. Şeyhülislâm böyle şeylere karışmayacağını, tekrar Vezir-i Azama gitmelerini öğütledi.
Esnaf ekmek derdinde, çoluk çocuğunun nafakasından fedakârlık edecek durumda değildi. Canı hepsinden fazla yanan "Saraçlar Kethüdası Ramazan Dede ile birkaç söz sahibi adam ileri gelip: "Kendinizden kürkler istenince ayağa kalkıp Sultan İbrahim'i ve veziri katlettiniz. Ya şimdi bizim ahvalimiz için neden karışmazsınız? Elbette emir şer'in, ya kalk önümüze düş, ya hemen ne olacak ise olsun!"
Karaçelebizâde işin içinden sıyrılamadı. Esnafın zorla bindirdiği atla saraya doğru yürürken tellallar açık olan dükkânların kapanması, bütün esnafın yürüyüşe katılması yönünde çağrı yaptı. Sayılan 10 bini aşan esnaf Babüssaâdeye kadar girip küçük Pâdişâhı Ayak Divanına buyur ettiler.
Pâdişâha, kendilerine yapılan fena muameleyi, dayanma güçlerinin kalmadığını, Melek Ahmed Paşa'dan memnuniyetsizliklerini anlattılar. Padişah:
"Size yapılan zulme benim rızam yoktur" dedi. Bir de Vezir-i Âzamı dinlemek istedi fakat Paşa gelmedi. Esnaf Padişahtan istediğini aldı. Daha da isteyecekleri vardı; onları da sıraladılar. Zulüm ile âlemin harap olduğunu vezirin ve 16 kişinin kendisine padişahlık ettirmediğini, onların miri'ye ait malları yediğini söylediler. Kara Çavuş, Bektaş Ağa, Kethüda Bey, Samsuncu Sarı Kâtip, Deli Birader gibi isimleri sayarak, bunların katlini sonra da Vezir-i Azamla Ocak Ağalarının katledilmelerini istediler.
Bütün bu olayların verdiği netice; esnafın maddi cezadan kurtulması ve Melek Ahmed Paşa'dan mührün alınmasına Siyavuş Paşa'nın Sadâretine kadar birtakım yenilikler oldu.
Kösem Sultan'ın Öldürülmesi (2/3 Eylül 1651)
Dördüncü Mehmed'in uzun saltanat dönemi henüz yerine oturmamıştır. Sık sık Vezir-i Âzam değişikliği yaşanır. Büyük Valide Kösem Sultan'la Küçük Valide Turhan Sultan arasında rekabet bir hayli hareketli geçer. Büyüğü Ocak Ağalarına, küçüğü Saray adamlarına dayanmakta, güçlerini oralardan almaktalar. Sabırları da bitmektedir. Şu küçük pâdişâh büyüyene kadar iktidar zevkini tatmak lâzım; bunun için de birine göre diğerinin hayatı fazladır. Ya Kösem Sultan yahut Turhan Sultan gitmeli. Kösem Sultan imha planını hazırlarsa da, casusların canı sağ olsun! Hatice Turhan Sultan'ın kulağına her şey akıtılır. En sadık adamlarından Baş Lala Süleyman Ağa sadakatini ispata hazırdır. "Has odalıklardan müsellah bir cemaatle Kösem Sultan'ın dairesine saldırıp, dört pâdişâh devrinde yarım asra yakın Osmanlı İmparatorluğu'na hâkim olan ve o sırada 62 yaşında bulunan Valide Sultan bir perde ipiyle boğdurulur. 2–3 Eylül gecesi: 1651."
Ağalar Saltanatı'nın Sonu (3 Eylül 1651)
Siyavuş Paşa'nın sadâretine açtığımız paragraf o kadar uzadı ki; yine de olayların ancak kısa özeti verilebildi. Kösem Sultan'ın bir romanlık öldürülme hadisesi de kısa tutuldu. Bu arada pâdişâhımız büyümekte, aklı bazı şeyleri kavramaya, kendi reyiyle kararlar vermeye başlamaktadır.
Büyük Validenin hayatına son verilmesi, devlette düzeni zayıflatır, Ocak Ağalarının hükmünü de sıfıra indirir. Bir tertiple halk "Sancağı Şerif" altına çağrılır. Çocuk padişahın tahtı Babüssaade önüne kurulur. Çağrıya uymayanlar, Ocak Ağaları ile Kazasker ve Vezir-i Âzamdır. Kazasker ile Vezir-i Âzam azlolunurlar. İyi bir temizlik hareketi başlatılır.
İstanbul'da asayiş düzelmeye yüz tutar, et bile ucuzlar. Siyavuş Paşa'nın yerine doksanlık Gürcü Mehmed Paşa sadârete getirilir. Bu paşa da "ümmiliği ve ahmaklığıyla meşhurdur."
Uzun Süleyman Ağa'nın emrini dinlemekten başka bir işe yaramaz. Dolayısıyla vazifede ancak 8 ay 23 gün kalabilir. Onun yerine Arnavut Tarhuncu Ahmet Paşa geçer. Nihayet o da 9 ay sonra harcanır, yerine Çerkez Derviş Mehmed Paşa tayin edilir.
Derviş Mehmed Paşa'ya başlamadan evvel Tarhuncu hakkında birkaç satırlık bilgi edinmek lâzım.
Tarhuncu hademelikle işe başlamış, feleğin çemberinden geçe geçe yüksek mevkilere, sonunda en yükseğe yerleşmiş bir Arnavud idi. Şiddetten hoşlanır, bu husustaki icraatını kimseden esirgemezdi. Sadâretinin ilk günlerinde, geceleri hapishanelerde suçluları boğdurdu. Bir de, zengin sanılmaları için öldürülen mahkûmlara işlemeli gömlek ve kemerler giydirip sokağa attırdı. Böylece, zenginlere aman vermediğini işaret ediyordu.
Devlet harcamalarını kısmak için kanunî olsun olmasın her yola başvurdu. Ulema ile büyük memurlarla uğraştı. Gümrük Emini ile çatıştı; ondan üç yüz kese akçe istedi. Gümrük Emini "İmkânı yok" deyince acı acı gülerek: Şefaatçi bulacağını umuyorsun ama bulamazsın, asılacak herif! Himaye zamanı geçti, bugün üç yüz keseyi defterdara teslim et, eti de ucuzlat, yoksa seni dört pare ederek her pareni şehrin bir kapısına asarım" dedi:
Kapıcıbaşıları azarladı. Gürcü Paşa'nın verdiği memuriyetleri iptal etti. Bütün valilere ve memurlara vergi koydu. Etrafta kendisine hiç dost bırakmadı. Hiçbir dostu kalmayan Tarhuncu hakkında IV. Mehmed'i hal edip, kardeşi Şehzade Süleyman'ı tahta getirmek işlediği yalanı uyduruldu. Delikanlı Pâdişâh bu yalana inandı. Bir gün saraya çağırılan Tarhuncu'nun elinden Mühr-ü Hümâyun alındı ve hemen boğduruldu.
Tarhuncu'dan alınan mühür Çerkez Derviş Mehmed Paşa'ya verildi (16 Mayıs 1654). 1 sene 7 aylık sadaret döneminde Çanakkale Boğazı açıklarında Venedik donanmasıyla savaşıldı ve bu savaş kazanıldı.
Derviş Paşa felce yakalandı. Evinden dışarı çıkamayacak haldeydi. Azl edildi. Çerkez'den sonra sıra Abaza'da:
İbşir Mustafa Paşa
Bir buçuk sene sonra, güzel karısıyla meşhur olan İbşir Mustafa Paşa Vezir-i Âzamlığa yükselir. Sadâret müjdesini Anadolu'da alan İbşir Paşa dört ay sonra İstanbul'a gelir. Bu geç gelişin sebebi "hayati korkudandır". Abaza Mehmed Paşa'nın isyanı, isyankârlığı, daha sonraları, yiğeni olan İbşir'de de görüldüğü için başına bir şey geleceğinden korkar. Anadolu'da kendi adamlarını mühim mevkilere yerleştirerek, çıkabilecek nahoş olaylara karşı tedbir alır ya, pek işe yaramaz. Sadârete geçtikten sonra çıkan anlaşmazlıklarda kendisini koruyacak hali ve imkânı bulunmadığından istifa ile kurtulmaya çalışır.
Yeniçerilerin ve Sipahilerin ısrarı üzerine "kaydı görülüp" kesik başı kendisini destekleyen âsilere gönderilir.
İbşir Paşa'dan sonra Kara Murad Paşa 3 ay 9 gün, ondan sonra Ermeni Süleyman Paşa 6 ay 10 gün Vezir-i Âzamlık yaparlar. Denenmedik adam kalmayacaktır. Gelen gideni aratır olmuştu. En son Ermeni Süleyman da faydalı olamayınca düşünülen bir isim vardır ki, bu da Girit'te bulunuyor. Kendisi bir kahramandır. Girit Serdarı Deli Hüseyin Paşa.
Sultan Mehmed bir Hatt-ı Hümayun gönderir Deli Hüseyin'e. "Eğer senin vücudun Girit ceziresinde lâzım değilse, karadan gelesin. Eğer hareketinde din ve devlete terettüp edecek mahzur ihtimali varsa muhafaza hizmetinde olasın."
Deli Hüseyin Paşa'ya haberin gitmesinden altı gün sonra Siyavuş Paşa Vezir-i âzamlığının ikinci dönemine başlar; bir ay 22 gün sonra Boynueğri Mehmed Paşa görevi devralır.
Sadârette Köprülüler Dönemi (15 Eylül 1656)
Boynueğri de, 4 ay 19 gün sonra Köprülü Mehmed Paşa'ya mührü teslim eder. "Köprülüler Dönemi" onunla 15 Eylül 1656' da başlar...
Dördüncü Mehmed'in 8 Ağustos 1648'de tahta oturmasından bu zamana kadar geçen (15 Eylül 1656) 8 senede Sadâret mührü on beş defa el değiştirmiş, ancak şimdi, uzun süre taşıyacak sahibini bulmuştur.
Paşa'dan biraz bahsetmek gerekiyor; ama, daha önce bir olayı anlatmaya çalışalım, sonra Köprülü Mehmed Paşa'ya dönüp, iyiliğinden ve kötülüğünden birer sahne seyredelim.
Vak'a-i Vakvâkıyye
Sultan Mehmed'in ilk devrinde yaşadığı önemli olaylardan biridir, bu vak'a. Pâdişâhın pişmesini sağlamıştır. Yaşı da delikanlılık noktasındadır. (4 Mart 1656) Esnaf mal satmaya korkuyor. Hakiki değeri olan madenler rüşvetçilerin elinden yastık ya da toprak altına mahpus edilirken, asker maaşları düzenli verilemiyor, verilen paraların da ayarı çok düşüktü. Bundan asker de, alışveriş yapılan esnaf da memnun değildi. Çoğu zaman biribiriyle geçinemeyen Sipahilerle Yeniçeriler anlaşarak Pâdişâhı "ayak divanına" çağırmaya karar verirler. Kötü yönetimleriyle devleti perişan eden, rüşvet alan 30 kişinin ismini bir liste halinde takdim ederek pâdişâhtan kelle isteyecekler. Dediklerini yaparlar.
Alay köşkünün penceresine gelen 14 yaşındaki pâdişâh, Sultanahmed Meydanı'nı dolduran kalabalığın isteklerine boyun eğip, içlerinde Kösem Sultan'dan Turhan Sultan'a miras kalan Meleki Usta isimli kadının da bulunduğu 30 kişiyi âsilere teslimi kabul eder.
"Vakvak efsanevi bir ağaçtır. 100 arşın yüksekliğinde olan bu ağacın insan başına benzer yapraklan rüzgârda biribirine dokundukça vak, vak diye bir ses çıkardığı için bu isim verilmiştir."
Beş gün süren bu isyanda birer ikişer ele geçirilip öldürülen otuz kişi Sultanahmed Meydanı'ndaki bir çınar ağacında başları aşağı getirilerek teşhir edilmiştir. Cesetlerin birbirine -rüzgârda- dokunmalarıyla çıkan sesten dolayı bu vakaya da bu isim verilmiştir.
Gelelim Köprülü'ye... Arnavutluk'tan gelip Samsun'a yerleşen bir ailenin oğlu olan Mehmed, meşhur olduktan sonra, yaşadığı yere ismi verilen bir kişidir. Şimdi Samsun'un ilçesi olan Vezirköprü, adını ondan almıştır. Devletin alt kademelerinden yavaş yavaş yükselip vezirlik payesine erişen Mehmed Paşa'nın şahsiyeti pek parlak görünmez, biraz siliktir. Onu, ancak hususi sohbet arkadaşları tanır, iyi işler yapacağına onlar inanırlar. Bunlar Mimarbaşı Kasım Ağa, Tarihçi Solakzâde, Hemdemi Efendi ile meşhur seyyah Evliya Çelebi'dir. Dördüncü Mehmed henüz Validesi Turhan Sultan eliyle tayinler yaptığından, Mehmed Paşa'nın sadrazamlığa tayini tavsiye edilirse de, adı ortalıkta fazla dolaşmayan silik bir insanın ne yapabileceğini bir türlü anlayamayan Valide karar veremez.
Başka isimler üzerinde tartışılan bir gün, Kasım Ağa Köprülü'nün Kubbe vezirliğine tayinini temin eder. Geçen zaman içerisinde sık sık değiştirilen Vezir-i Âzamlar, makama uygun insanın bulunamayışındandır. Biraz daha iyi araştırıp "en münasibi bulunmalı" diye düşünülürken Kubbe Veziri Köprülü'nün adını söyler Kasım Ağa. Valide pek ciddiye almak istemez. Köprülü Mehmed Paşa cevvaliyet ve dirayet isteyen bu yüce makam için pasif görünür. Evliya Çelebi, o günleri İstanbul dışında Melek Ahmed Paşa'nın yanında yaşayan bir seyyahımızdır. Paşa'ya gelen bir haber üzerine aralarında geçen konuşmayı yazıyor. Şöyle:
"Kırım Sultanı Mehmed Giray Han'ın Çolak Dadaş isimli ulağı İstanbul'dan gelip Kırım'a giderken Paşa Efendimize mektuplar getirdi. Okuyunca Paşa, "garip şey" diye hayrette kaldı. Ve dedi ki:"
"Evliyam! Haberin var mı? Boynueğri Mehmed Paşa Sadaretten azledilip, Köprülü Mehmed Paşa Vezir olmuş!"
Bunun üzerine Mühürdar Osman Ağa:
"Gare... a., ne günlere kaldık ki, Köprülü gibi bir miskin, iki öküze saman vermeğe kadir olmayan adam sadrazam oldu!"
İşte Köprülü'nün dışarıdan görünüşünün aynası o zaman böyle!
Köprülü'yü Valide Sultan'la görüştürürler; Valide onun sadârete gelmesine, deneme mahiyetinde rıza gösterir. Köprülü'nün hemen atılacağını umar. Paşa hiç de meraklı görünmez.
"Şartlarım vardır, Sultanım" der. Sultan Valide şaşırır. Kul kısmının ne şartı ola ki? Talih güneşi üzerine doğmuşken, bulut aramanın manası mı olur! Valide Sultan, şartlarını soruyor yine de. Köprülü Mehmed Paşa anlatıyor:
"1. Huzur-u Hümâyundan ne telhis edersem kabul edilip reddolunmaya.
2. Rütbe ve tayinlerde müdahale olunmaya, azillere karışılmaya.
3. Vüzerâ ve vükelânın işlerine hatır karıştırılıp, otoritem sarsılmaya.
4. Aleyhimde konuşanlar çıkacaktır. Onları dinleyip de, beni dinlemeden hakkımda karar verilmeye.
Bu şartlar kabul edilirse; Allah'ın inayeti, duanız bereketiyle her işin üstesinden geliriz."
Valide Sultan'ın cevabı:
"Vallahilazim bu ricaların kabul olunur!"
Köprülü'nün şartları pâdişâha takdim edildiğinde; "Bu şartlara riayet olunmak üzere seni mustakilen Vezir eyledim, göreyim seni nice hizmet edersin." demistir. Bunun üzerine Köprülü ağlayarak: "Şevketlü Pâdişâhım, Allah ömrünüzü, devletinizi uzun etsin. Doğrulukla hizmetinizi görür, bu uğurda canımı veririm. Duanız bereketiyle Hak Teâla başarılar nasib eyleye." deyip huzurdan çıkar.
Sadrazamlık süresi 5 sene 1 ay 15 gün tutan Köprülü, bir rivayete göre 75, diğerine göre 85 yaşında idi. İhtiyarlığı, yapacağı icraata mani olmamış, dâhili ve haricî pek çok hadiseyi halletmek için delikanlılar gibi enerji sarf etmiş. Devlet Genç Osman zamanındaki gibi başıboş insanların tahakkümüyle inlerken, içeride hiç kimse huzur yüzü görmüyordu. Dışarıdan Venedik donanması Çanakkale Boğazını tutmuş, Türk gemileri geçemiyordu, hem de nice zamandır.
Köprülü Mehmed Paşa'nın iyilik hanesine yazılan icraatı çok fazladır. İktidarda kaldığı süre içerisinde dirliği, düzeni sağlayıp devlete kaybolan itibarını kazandırdı. Amma; günah hanesi de boş değil, Paşa'nın: "Mehmet Paşa, meşhur Kuyucu Murat Paşa'dan sonra Anadolu Türklüğünü ezen en müdhiş tiptir. Kendisine ve hattâ sadâretini vasiyet ettiği oğluna rakib olabilecek ne kadar siyaset ve idare adamı varsa hepsini idam ettirmiş, yüz kadar devlet adamı bu hunhar ve haris ihtiyarın kinine kurban gitmiş, bilhassa Girit'in şanlı serdârı Deli Hüseyin Paşa merhum gibi Şarkın ve Garbın hayran olduğu büyük bir milli kahramanı bigünah olarak idam ettirmekten çekinmemiş, bütün mazlumların 'emvalin müsadere' edip muazzam bir servet yapmış ve beş senelik sadaretinde 36 bin kişinin kanına girmiştir."
Ricaut Köprülü Mehmet Paşa'yla ilgili enteresan bilgiler veriyor. Bir Sadrâzamın şunları söylediğini yazıyor: "Paşalara hitap eden Sadrazam" kardeşlerim bildiğiniz gibi bu makamda ihtiyarlamak hemen hemen yok gibidir ve faziletin, itinalı ve kabiliyetli olmanın bir yararı yoktur, kısacası Sadrazamlar, ölmelerini çabuklaştırmak için Tanrı'nın kanat taktığı karıncalara benzer!" ... Nihayet şimdilik Sadrazamın babası ve vezirlerin en bilge ve yaşlısı olan Köprülü Mehmed Paşa söz aldı ve sürekli olarak tehlike içinde yaşayan bir Sadrâzamın yerinde kalması için Padişahın zihnini daima meşgul tutması ve dikkatini dış savaşlara çevirmesi gerektiğini belirtti."
Koca Köprülü ile söylenecek söz çoktur ama şimdi sıra onun nasihatlerini dinleyen oğlunda.
Fazıl Ahmed Paşa'nın Sadareti
Hatice Turhan Valide Sultan'ın sayesinde padişahın da hiç bir işine müdahale etmediği sadareti ölümle noktalanan Köprülü, muktedir bir padişah gibi saltanat sürmüştü. Sonrası da öyle oldu. Yerine oğlu Fazıl Ahmet Paşa geçti. Osmanlı tarihinin en genç sadrazamı olan Fazıl Ahmet Paşa 26 yaşındadır. Padişah ise 20 yaşının içinde.
Görelim bakalım İkinci Köprülü neler yapacak? Dördüncü Mehmed'i, Birinci Köprülü gibi rahat ettirebilecek mi?
Padişahımız Dördüncü Mehmed, Avcı Mehmed olarak da anılmaktadır. Avcılık merakı taht merakının önünde yürüdüğü, devlet işlerinden ziyade avlanmayı düşündüğü, dolayısıyla ömrünü avcılıkla geçirdiği için, bu lâkap ona uygun düşmüştür.
Dördüncü Mehmed, malûm olduğu üzere çocuk yaşta, babasının hal'i ile zoraki padişah yapılmış, devlet yönetimi önceleri Büyük Valide’nin nezaretinde vezirler ve ağalar tarafından yürütülüyordu, daha sonra kendi anası tarafından vezarete tayin edilen, bütün salahiyeti nefsinde toplayan Köprülü Mehmed Paşa idare etti. Padişah da, boş olan zamanını avcılıkla değerlendiriyordu. Bunun için İstanbul'dan daha uygun şartlan bulunan Edirne birinci tercihi idi. Hükümet merkezi olan İstanbul sadaret kaymakamına emanet, divan toplantıları bile Edirne'de yapılıyordu. Yaşlı Köprulü'nün sayesinde, padişahın keyfine diyecek yoktu. Edirne'de avlanma merakını giderecek ormanlar, yanında gönül boşluğunu dolduran Gülnûş Sultan vardı. Girit Serdarı Deli Hüseyin Paşa'nın esir alıp saraya hediye ettiği bu Rum kızının güzelliği, padişahı kendisine bağlayışı uzun uzun anlatılır. Biz padişahımızın hanımı ve bilâhare padişah anası olan bu sultanın sadece güzelliği, esirliği, Rum kızı olduğu hususlarını aktarıp geçiyoruz. Bir de padişahın bu sultana olan aşkının derecesini göstersin diye (Af. Çağatay Ulu-çay'dan naklen): "Avcı Mehmed Gülnûş'u çok seviyordu. Kendi oğullarını tahta çıkarmak için, bir ara kardeşleri Süleyman'la Ahmed'i öldürmek istedi; fakat Turhan Valide Sultan buna engel oldu. Gülnûş Sultan da Avcı Mehmed'i çok seviyordu. Bu yüzden eşinin hoşlandığı cariye Gülbeyazı denize atmak suretiyle öldürtmekten çekinmedi."
Başlamışken, pâdişâhın diğer kadınlardan da bahsedelim bari:
Gülnar Kadın: Hakkında pek bilgi yok.
Afife Kadn: Padişahın ona, onun padişaha şiirler yazdığı söylenir. Kitaplara geçen, onlara izafe edilen şiirler pek güzel değil, buraya almıyoruz.
Dördüncü Sultan Mehmed'in sarayda kadınlarla, arazide avlarla hoşça vakit geçirdiğini anlamış bulunuyoruz.
Dördüncü Murad da çocuk yaşta padişah olmuş, en netameli bir dönemde tahta oturmuş, pişe pişe yetişip devletin ipini eline almıştı. Onun Köprülü gibi Vezir-i Âzamı yoktu. Bu, belki de onun bir şansıydı! Dördüncü Mehmed'e sadrazam olan Köprülü Mehmed Paşa ve ondan sonra oğlu Fazıl Ahmed Paşa, çocuk padişaha iş düşürmeyecek kadar iyi yönetim sergiliyorlar, Dördüncü Mehmed de sere serpe büyüyordu. Bu sıralarda bilinen bir iş yapmıştır, o da babasının katili olarak deftere yazdırdığı 70 kişinin adları... ve ileride teker teker onların defterlerinin dürülmesi... Bunun dışında bütün zamanını sürek avlarıyla geçirip, devlet hazinesini mahvetmiştir.
Devlet zaaf içerisinde görünürse düşmanlar boş durur mu? İç ve dış gaileler meydana çıkmaya başladı. Sadaret değişikliği devamlı bir ısınma döneminde, boşlukla geçer, o zamanı değerlendirmek için düşman faaliyetleri artar, işte Fazıl Ahmet Paşa'nın sadârete geçişiyle Saruhan ve Aydın'da isyan hareketleri başladı; fakat Kaptan Mustafa Paşa, çoğunu kılıçtan geçirip isyanı büyümeden önledi.
Uyvar Seferi (12 Nisan 1663)
Avusturya Kralları Osmanlı Sultanı'nın valisi gibiydi, devir değişip de kimliklerini bulduklarında Osmanlı topraklarına kaleler yapmaya başladılar. Vezir-i Âzam Fazıl Ahmed Paşa Avusturya Seferi'ne çıktı. İstekler fazla değildi. "Yapılan kaleleri yıktırın ve Sultan Süleyman zamanında başlamış olan 30 bin altın verginizi vermeye devam edin." Avusturya sözcüsü, bilhassa altın işine sert tepki gösterip, der ki: "Bu olmayacak iştir. Çasar efendim şimdi böyle midir ki, Ali Osman Padişahına haraç vere; biz bunu kabul etmeyiz." İmparatorun elçisi Vezir-i Azama böyle diyebiliyordu. Diyordu ama Osmanlı ordusundaki ihtişamı görünce herhalde pişman olmuştu. Zaten Vezir-i Azamın da, "asıl niyeti para değil, Almanların gururunu kırmaktı."
Fazıl Ahmet Paşa; ordu erkânını toplayıp, üç yoldan hangisini tercih ettiklerini sorması üzerine "nereye emrederseniz oraya gideriz" cevabını almıştı.
Yanıkkale, Komaron veya Uyvar. Vezir-i Âzam Uyvar'ı uygun bulmuştu, karar oraya verildi. Elçiyi tekrar getirtip, şartları biraz hafiflettikten sonra da, elçinin: "Çasar efendimin sikkeli akçe vermeye rızası yoktur." demesi üzerine Vezir-i Azam Fazıl Ahmed Paşa:
"Mademki sulhe yanaşmadınız, biz işimizi biliriz; sen var Budin Kalesi'ne otur; zevk ve safada ol; hatırını hoş tut. Elçiye zeval yok; biz efendinin memleketine gideriz. Bakalım Allah ne gösterir?" diye elçiyi tekrar Budin'e yolladı.
Vezir-i Âzamın cevabı haşmetli zamanlardan akıp gelmişti. Sulha yanaşmayan İmparator, ordumuza, nicedir hasret kaldığımız bir büyük zaferi yaşatacaktı. Yine, evvelden olduğu gibi Türk akıncıları Morava ve Sizelya'dan Bohemya ve Avusturya'ya indiler. Olmütz çevresi, yani şimdiki Çekoslovakya'nın tam ortası harabe haline geldi. Olmütz, Viyana'nın 160 ve Budapeşte'nin 260 km. kuzey ve kuzeybatısındadır. Brotislava ve Viyana banliyöleri de yakılıp yıkıldıktan sonra Köprülüzâde 28 Ekim'de Uyvar önlerinden ayrıldı. Ancak akınlar Kasım, hatta Aralık aylarında da devam etti. 3 Aralık'ta Uyvar-Belgrad yolunu 1 ay 6 günde alan Orduyu Hümayun, Belgrad'a geldi. Köprülüzâde kışı Belgrad'da geçirecek ve baharda tekrar Almanya üzerine yürüyecekti."
Uyvar, böyle birkaç cümlelik anlatıma sığmaz. 58 sene önce fethedilip, Osmanlı tabiyyetinde olan Boçkay'a devredilmiş fakat bilahare Avusturyalılar almıştı. Önceden de temas edilmişti; bir yer bir kere alındıktan sonra öz mal sayılıyor, onun elden çıkması biraz da izzeti nefis meselesi yapılıyor. Eski malımız bildiğimiz Uyvar Kalesi muazzam bir hazırlıktan sonra çok kalabalık askerle muhasara edildi. Verilen rakamlar 120.000 Osmanlı askerinden başka, 100.000 Kırım askeri Harılan komutasında, ayrıca 15-20 bin Kazak atlısı Han'ın kardeşiyle gelmişti.
Avusturya elçisiyle Ösek konağında yapılan sulh görüşmesi netice vermeyince (3 Temmuz) hareket ciddileşti.
Budin Valisi San Süleyman Paşa Vesprem taraflarından külliyetli miktarda ganimet almıştı; bu haberin duyulması orduda sevinç yarattı. Sadrâzamın emriyle bir kale yapıldı ve bu kalenin yapımı dört günde tamamlandı. 8000 kişilik Türk öncü kuvveti Neutra Nehri'ni geçti. Uyvar Kalesi kumandanı aldığı yanlış bir rapor yüzünden köprünün ortadan kırıldığını sanıyordu. Üzerlerine yaklaşmakta olan Türk askerini kırmak için tam fırsattır düşüncesiyle hücuma geçti. Türk askeri savaş oyununu da hilesini de iyi bilir. Düşman askerini kandırmak amacıyla kaldırılan dubalar lüzum görünmesiyle beraber yerlerine konuldu. Nehri hızla geçen İbrahim Paşa ve Kaplan Paşa komutasındaki 20.000 asker öncü 8000 askere kavuştu ve üzerlerine gelmekte olan Macarlar'ın hiç şansı kalmadı. Yarıdan fazlası harp meydanında kalan düşman askerinden canını kurtaranlar vaktinde kaçmayı becerenler oldu. Kumandan Forgaç kaçanlar arasındaydı. Öldürülen Macar askeri 6000 kadardı ve 1000 askerle esir alınmıştı.
Uyvar'ın Muhasarası (17/18 Ağustos 1663)
Uyvar önüne varılıp, Kumandan Forgaç'a bir mektup gönderildi. Şöyle deniyordu mektupta:
"Pâdişah-ı rûy-i zemin hazretlerinin serdâr ve sipehsâlân sadrâzam, Forgaç'a i'lân eder ki: Uyvar Halife'i Müslimin nâmına teshir etmek için yer götürmez askere mâliktir. Eğer Macarlar bi'ttavvel rıza kal'ayı teslim ederlerse mal ve canlarına ilişilmeyecektir. Teslim etmedikleri takdirde, Hâlık'ı zemîn ve âsumân olan Mevlâ'yı Müteâl şâhid olsun ki cümlesi kılıçtan geçirilecektir. Macarlar kendilerine Pâdişâhın ne kadar şefkat etmekte olduğunu bilseler, uğrunda evlâdlarını kurban ederler. Vesselam..." (Bir eski kaynaktan Hammer.)
Kalede Türkçe bilen olmadığı için mektubu getirenler Macarca'ya çevirdiler. Kumandan dinledi. Elinden gelen bir şey yoktu. "Kale benim değil, efendinize cevabımı yarın veririm" dedi.
Türk tarafı kan dökülmesini istemiyor fakat Macarlar içinde kale teslimi kolay değildi. Beklenen müspet cevap alınamadı. Ertesi gün kurbanlar kesilip, dualar edildikten sonra sabah namazında toplar gümbürdedi. Buradan itibaren, savaşın sefahatini Hammer'den özetlemeye çalışıcağız: "Arslan Paşa Mitra suyunu Neuhausel hendeğine götüren suyollarını kuruttu.
Kırım Hanı'nın oğlu Ahmed Giray 100.000 Tatar'la geldi; peşinden kardeşi Mehmed Giray 20.000 Kazakla göründü. Kaplan Mustafa Paşa gelecek imdat yolunu kesti. Muhasara ordusu pek şiddetli ateş ediyor, büyük bir kısmı isabet kaydedemiyordu.
Günlerce sürdü Türk tarafının ateşi; inatla savundu Macarlar. Sadrâzam Fazıl Ahmed Paşa bütün birliklere nezaret ediyor, birinden öbürüne durmadan metrisleri dolaşıyordu. Askerin şevkini daima uyanık tutmaya çalışan davul-zurna, trampet, dümbelek sesleri gece gündüz hiç susmuyor."
Uyvar'ın Teslimi (24 Eylül 1663)
Uyvar Kalesi döğüle döğüle halsiz kaldı. Bekledikleri yardım gelmedi. Markiler birer birer yaralandı. Türk tarafı umûmi hücuma hazırlanırken, 24 Eylül 1663'te kumandan teslim bayrağını çekti. Türk ordusuna bir elçi gönderen kumandan teslim şartlarının görüşülmesini istedi. 8 madde üzerinde anlaşmaya varıldı.
1. Mal ve canlarına dokunulmayacak.
2. Tatarların yüzünü görmeyecekler.
3. Eşyalarının nakline 1000 kadar araba verilecek.
4. Kaleyi iyi müdafaa ettiklerini bildiren bir belge imparatora verilmek üzere hazırlanacak.
5. Macarlar kaleden çıkmadan Osmanlı askeri girmeyecek.
6. Zahire verilecek.
7. Yaralılar iyileşene kadar kalede kalabilecek.
8. Kaleden ayrılışlarında bayraklarını açıp trampetlerini çalabilecekler.
Sadrâzam bütün teklifleri sükûnetle dinledi. Sekizinci teklife taaccüp ederek:
"Böyle yapmaya utanmazsanız yapın tabıhanenize (bando muzika) düğün borularınızı çalın ve bayraklarınızı açın." dedi. Diğer şartlardan makul, olanlar olduğu gibi kabul edilirken, makûl olmayanlar biraz törpülendi. Onlar çekip gitti. Kale Türk askeriyle tahkim edildi.
Uyvar Önünde Bir Türk Gibi
Uyvar'ın fethi geniş akisler meydana getirdi. Bu olaydan sonra o kadar çok eser yazıldı ki daha önce hiçbir savaş için böylesi görülmemişti. "Uyvar kalesine o kadar üstün kuvvetlerle hücum edilmiş, muhasara o kadar şiddetle idare edilmiş, o kadar çok sürmüştür ki, bu gün bile Avusturya-Macaristan'da (tabii ki Hammer'm zamanında) çok gayret gösterildiğinden ve sarsılmaz bir mukavemet gösterildiğinden bahsedilmek istenirse 'Uyvar önünde bir Türk gibi' derler."
İki İdam
Fazıl Ahmed Paşa da babası gibi af sözünü sevmeyen bir sadrâzam. Evliya Çelebi Seyahathamesi'nde bütün safhalarıyla anlatılan iki idam olayı, burada en kısa biçimde ifadeye çalışılacak. Reisülküttab Sâmizâde ve damadı İbrahim Paşa'nın Fazıl Ahmed Paşa'dan gördüğü cezaya sebep şu. Sâmizâde pâdişâha bir mektup yazasıymış, diyesiymiş ki. "Benim damadım sadârete lâyıktır, mührü Fazıl Ahmet Paşa'dan alıp ona vermeniz münasip olur." Bu mektup sadrâzamın eline geçmiş. Samizade'nin birisinin düşmanlık için böyle bir oyun oynadığını, kendisinin asla bu niyeti taşımadığını yalvararak anlatması hiçbir işe yaramamış ikisinin de başı kesilmiştir. Bu idamlar fetihten dört gün önce olmuştur.
Diğer Bazı Kalelerin Alınması Novigrad Fethi
Vezir-i Âzam Uyvar'ın fethiyle ününü pekiştirdi. 26 yaşında sadrazam olup 28 yaşında dünyada yankı yapan bir zaferin komutanı olmak elbette gururunu okşadı. Yaptığı işi sağlamlaştırmak için etraftaki Polanka ve kalelerinde alınması lâzımdı. Kuvvetler sevk ederek fetihlere devam emri verdi. Alınacak kalelerin en mühimi, söz edilmeye değeri Novigrad Kalesi idi. Azimli ve güçlü bir muhasaradan 27 gün sonra teslim alınabildi. Bu küçük zafer de kâr hanesine geçti.
Uyvar'ın fethinde gösterdiği fedakârlıkla değeri artan Kırımlılar boş durmadı. Onlar için zaten en mühim hareket tarzı akıncılıktı. Burada da sevdikleri işe memur edildiler. "Moravya ve Silezya ile Macaristan'ın Avusturya işgalindeki arazisini yağma ve tahrip ederek 80 bin esir aldılar.
Mevsim kışa yürüyordu. Ordu göçmen kuşlar gibidir. Soğuklar havayı işgale başlayınca, akınlardan sılaya dönüş zamanıdır. Serdar-ı Ekrem Fazıl Ahmed Paşa 9 Kasım'da Belgrad kışlağına harekete geçti.
Sigetvor'ı Düşman Kuşatması (25 Ocak 1664)
Avrupa'nın ortasında sahip olunan memleketlerin, kalelerin muhafazası kolay değil. Kış geldi diye ordunun Belgrad'a çekilmesinden biraz sonra Avusturya İmparatoru'nun askeri Mur ve Drava üzerine harekete geçti. 21 Ocak 1664'te İmparatorluk Ordusu Kumandanı Graf Wolf Julius von Hohenloche 6000 piyade ve 1000 süvari ile Macaristan Ordusu Kumandanı Pouchard 12.000 Bavyeralı Kont Leslie 700 piyade 6 bölük süvari ile Serinwar Kalesi yanında toplandılar. Toplam asker sayısı 20.000'i buldu. Hammer'in verdiği rakam böyle ise de Uzunçarşılı’ya göre düşman askeri 30.000 idi. Bu askerler Sigetvor'a yakın bazı Palankaları zaptedip halkını esir aldılar. Daha sonra Sigatvor'ı kuşattıkları duyuldu. Derhal hazırlık yapılıp üzerlerine gidildi. Üç taraftan kuşatılan düşman, vaziyetin fena olacağını anlayınca terk etmeyi selâmet saydı. Vaziyet düzelir düzelmez Vezir-i Âzam tekrar Belgrad'a döndü.
Barış yapılması için girişilen teşebbüsler netice vermedi. Yeni bir sefer için ilkbaharın beklenmesi karan alındı. Yeni seferin Serdar-ı Ekremli görevi, pâdişâhın gönderdiği bir Hatt-ı Hümâyun da yine Vezir-i Azama verildi.
Vâni Efendi
Belki IV Mehmed devrinin önemli simaları başlığı altında Vani Efendi'den de bahsetmeliydik. Hammer özel bir bölümde anlattığı için, onu takliden biz de aynı yolu takip ediyoruz.
Hammer'e göre Vâni Efendi şeyh ve vaiz idi. Edirne ve İstanbul'da Osmanlı askerinin muzafferiyesi için öteden beri yapılan dualar devam ediyordu. Müfti Minkarizâde Yahya Efendi ile vaiz Şeyh Vâni Efendi arasında şiddetli bir çekişme oldu. Sebep; Müfti duanın cami içinde yapılmasını isterken, Vâni Efendi bütün halkın işitebileceği geniş bir meydanda, açık havada yapılmasını istiyor. Müfti, duâ nerede yapılırsa yapılsın Allah nezdinde makbul olacağını savunsa da galibiyet Vâni Efendi'de kaldı. Çünkü zât-ı Şahanenin teveccühü Vâni Efendi'den yana idi.
Hammer bu basit meseleyi anlattıktan sonra biraz, Vâni Efendi'ye tarizde bulunuyor. "Sofuların ve Hıristiyanların şiddetli düşmanı idi. Riyakârca bir taassub gösterir, halka telkin ettiği şiddetli kaideleri asla kendine tatbik etmek istemezdi." diyor. Onu gözden düşürmek için bir hikâye anlatıyor Hammer.
Ahablanndan biri Vâni Efendi'ye sormuş: "Sultanım! Zühd ve takvada emsalsiz olduğunuz malûm; lâkin dünyaya ve nazik cariyelere, inci ve cevahire samura rağbetinizin sırrına eremedim."
Vâni Efendi'nin cevabı çok ağdalı ve uzun. En anlaşılır ve kısa bir bölümü şöyle:
"Behey nâdân! Her şey herkes için aynı değildir. Bir şey seninle bana aynı durumda olmaz. Meselâ! Yemek yerken diş arasına giren et parçasını sen zor kullanarak yerinden çıkarır yutarsın, sana mekruh olur. Ben nazikâne dil hareketi ile kurtarıp yutarım bana helâl olur?"
Hammer, kötülediği Vâni Efendi'yi -herhalde- Hıristiyanları sevmediği için aşağılayıp, dalga geçerek keyifleniyor. IV Mehmed'le beraber oluşunu, onu av ve harem hayatından uzaklaştırmaya yanaşamayışını kusuru olarak sıralıyor.
Vâni Mehmed Efendi Türkiye'de tefsiri ile meşhurdur. Bugünkü dile aktarılmayan Arapça tefsirinin adı "Arâis-ül Kur'ân ve Nefais-ül Furkan"dır. Birçok Arapça tefsirlerin ısrarla Türkleri Ye'cüc ve Me'cüc yapmaya çalışmasına karşılık, Vâni Efendi bu yanlış görüşü çürütmüştür; zaten çürüktü ya...
Vâni Mehmed Efendi Mâide Sûresi'nin 57-58. Âyetlerini Feth Sûresi'nin 16. âyetini, Muhammed Sûresinin 40. Âyetini yorumlarken Türk milletine büyük öğünç payesi çıkarır. İsabetli midir değil mi? Erbabı tartışsın. Amma bizim bildiğimiz Vâni Efendi Hammer'in anlattığı gibi değil.
Biz Vâni Efendi ile oyalanırken Osmanlı Ordusu Belgrad'da, kışı, dinlenerek ve savaşa hazırlanarak geçiriyor. Kararlaştırıldığı üzere ilkbaharla beraber harekete geçilecek. İlkbahar, çimenlerin, ağaçların yeşerdiği, tomurcukların patladığı, meyve fidanlarının toprağa kök salmak üzere dikildiği mevsim. Aynı zamanda Türk ordusunun Avrupa'da kökünü güçlendirme mevsimi. Bir gün çürüyeceği akla getirilmeden, tıpkı tarlaya tohum saçılır gibi...
Uzaklarda, ölmek ve öldürmek yaşamanın tek yolu hâline gelmişse, bu iki tarafın da kana susamışlığından değil, o devrin şartlarındandı. Paşalar ordu başında, cephelerde cenk ederken, pâdişâh cins atları, tazıları ve de yanında ahu gözlüleri olduğu halde başka bir cenk peşinde terliyordu. "Avcı Mehmed" denmesini sevmese ne çıkar, ona bu isim provayla dikilmiş elbise gibi uyuyordu.
Avcı Mehmed 1642 doğumlu. 1/2 Ocak Perşembe günü sabaha karşı dünyaya gelmiş, altı yaşının içinde taht sahibi olup pâdişâh olarak büyümüştü. 1664'te 24 yaşında Uyvar'ın fethi müjdesini aldığında şevki bir kat daha artmıştı. Yeni müjdeler bekliyor, bekleyecek hem de uzun zaman...
Yeni Camii'nin İbâdete Açılışı (8 Şubat 1664)
9 Nisan 1598'de temeli atıldı. Üçüncü Mehmed'in anası Safiye Sultan yaptıracaktı. Birçok aksilikler çıktı; inşaat işi uzadı. 1605'te Safiye Sultan öldü; inşaat durdu. 22 Temmuz 1661'de IV. Mehmed'in anası Hatice Turhan Sultan masrafın üstlenip, yarım kalan inşaatı hızlandırdı. 8 Şubat 1644 Cuma namazıyla ibâdete açılışında Pâdişâh, validesi ve bütün devlet adamları hazır bulundu. 46 seneyi bulan muhataralı ve biraz da maceralı yolculuk fakir fukaraya altın-gümüş paralar dağıtılarak kutlandı.
Dördüncü Mehmed'i mutlu eden bir camiyi ibâdete açma merasiminin dört ay sonrası, istikbâlin İkinci Mustafa'sı dünyaya geldi; pâdişâh bir kere daha sevindi. Rabia Gülnûş Sultan şehzade anası olarak, Padişahın gönlündeki tahtını sağlamlaştırdı.
Alman Seferi
İmparatorluk başkenti pâdişâhın sevincine tempo tutarken uzakta bir savaş yaşandı. Geçen sene üstün Türk gücüne mecburen boyun eğen düşman tedarikliydi. Dinî duygulan öne çıkaran Papa, Hıristiyanlık adına yaptığı çağrılarda İspanya, Fransa ve Almanya'nın yardımım Avusturya'nın önüne serdi. Kanije 60.000 kişilik düşman kuvveti tarafından muhasara edildi. Kanije Beylerbeyi Hasan Paşa (Tiryaki Hasan Paşa 61 sene önce idi) kuvvetli düşmanı 36 gün oyalamış, yıpratmış, Vezir-i Âzam muhasarayı haber alıp yola düştüğünde, düşman da kaçış yoluna girmişti. Hasan Paşa'nın kahramanlığından hoşnutluğunu göstermek isteyen Vezir-i Âzam onun "Panter olan lakabını Yensur (yardım eder) olarak değiştirdi, bu değişiklik bütün orduya duyuruldu."
Sadrâzam Fazıl Ahmed Paşa imparator ordusunu takibe koyuldu. Koyun ağılına benzetilen ama sonradan kullanışlı bir kale haline getirilen Serinwar önüne gelindi. Mur Nehri'ni geçen birçok yeniçeriden kimi düşman tarafından öldürüldü kimi nehirde boğuldu. Bir hayli zayiatın sebebi olan Kont Strozzi fazla sevinçli olamadı, zaferini tadamadı bir kurşunla can verdi. Onun ölümü üzerine Mareşal Montecuculli orduya iştirak ederek başkumandanlığı aldı.
Birleşik orduda kumandanlar şan alma yarışında. Hohenloc, Kodori, Zirini, Batani, Madasdi ve zabitler, asil olan olmayan, küçük büyük hepsi elinden geleni yaptıysa da, bir kısmı can vermek, bir kısmı da kale vermekten kurtulamadı. Serinwar zaptedildikten sonra yakıldı.
Sadrazam Serinwar'dan sonra Yanıkkale üzerine yürüdü. Küçük Komern muhafızlarına teslim olmalarını söyledi. Direnecek halleri yoktu, birkaç şart ileri sürdüler. Sadrâzam onların Babacsa ve Benzencze müdafilerine kış ortasında yaptıkları zulmü hatırlatıp, bir şey istemeye hakları olmadığını söyledi. Müdafiler 200 kantar barutla 4 topu bırakıp gitti. Kale havaya uçuruldu.
Aynı çevrede birbirine yakın kalelerin alınıp imha edilmesiyle asıl hedefe yaklaşılıyor. "Lewenz 'Muharebesi' Hammer'e göre Ali Paşa 23.000 kişilik kuvvetiyle Suçhes'in 12.000 kişilik ordusuna dayanamamış, bozulmuştur. Burada 6.000 şehit verilmişti. Ali Paşa dâhi şehitler arasındaydı.
Sulh Görüşmesi
Sürpriz kayıplar sayılmazsa, Osmanlı ordusu istediği kaleyi alıyor; yıkıyor, yakıyordu. Şehirlerde akın hareketleri yapılabiliyor; bu da, düşman devletin hayrına olmuyordu. Papa'nın teşvikiyle bir araya gelen birleşik devlet orduları da, Türkleri durdurmaya güç yetiremedi. Avusturya'nın hudut kumandanları imparatorlarına Türklerle barışılması için müracaat ettiler. Çekilen kıtlık, ayrıca durumlarını zora soktuğu için makûl karşılanan teklif, Başvekil tarafından bir mektupla Vezir-i Azama bildirildi. Avusturya’nın murahhası Osmanlı ordusunda bulunan kapı kethüdaları Simon Reninger seçilmişti. Türk tarafı da murahhasını seçti. Uzun müzakerelerden sonra on madde üzerinde mutabık kalındı. Yalnız, tespit edilen ve üzerinde anlaşma sağlanan maddelerin geçerliği imparator ile padişahın tasdikinden sonra başlayaca¬tı. İki devlet başkanının kabul etmesine kadar geçecek sürede Osmanlı ordusu serbest idi.
Sen-Gotar Muharebesi (1 Ağustos 1664)
Sen-Gotar Macaristan ve İstirya hududu üzerinde, "Roab ve Lofintz nehirlerinin birleştikleri ve Roab'dan çok uzak olmayan bir mahalde Sen-Gotar Manastırı vardır." (H., c. 6, s. 131) Bu savaş, söylenen manastırın yakınında geçtiği için aynı adla anılmıştır.
Daha önce yapılan barış antlaşmasında iki tarafın pâdişâhı ve imparatoru tasdik edene kadar serbestlik vardı. Vezir-i Âzam bulunduğu yelden hareketle Roab Nehri kenarına geldi. Burada Feld Mareşal Montekukuli (Montecucali) ile karşılaştı. Mareşalin maiyetinde Alman, Fransız, İspanyol ve diğer birleşik ordu kuvvetleri mevcuttu.
Osmanlı Ordusu'nun suyu geçme mecburiyeti vardı. Nehrin geçite elverişli bir yeri olmalıydı, bunun için arayışa geçildi. Sen-Gotar'ın bir saatlik yukarısında dört atlının yanyana geçebileceği bir geçit bulundu. Burada suyun derinliği at üzengisine kadardı. Bu dar geçitte bir köprü kuruldu. Maalesef, yapılan köprü ilk asker geçişinde yıkıldı.
Daha sonra yapılan köprüden Bosnalı İsmail Paşa kumandasında bir miktar asker geçti. Üç bin yeniçeri ile üç bin süvariden meydana gelen ilk kuvvetin köprüyü geçişi düşman tarafına panik havası verdi. Hemen bir miktar askerin daha geçişi sağlanınca karşı yakada 10.000 Türk askeri toplandı.
İlk geçen askerle harbe tutuşulmuş ve karşı taraf üstünlük sağlamak üzereydi; ikinci asker geçişi mevcudu artırınca Osmanlı Ordusu galibiyete yaklaştı. Montekukuli'nin "askerleri kaçıyor, en değerli kumandanları Türklerin kılıçları altında can veriyordu; kendisi ise mizacının dehası icabı sahip olduğu soğukkanlılıkla püskürtülen askerlerini toplamaya çalışıyordu."
Osmanlı Ordusu kendini galip mevkiinde görmeye başlamışken, İmparator ordusunun cenahları muharebeyi yeniden canlandırdı. Birleşik ordunun canlanma sebebi Roab suyunun taşmasına bağlanabilir. Kendileri birçok devletin askerleri olarak mevkilerinde rahat savaşabilirken, yağan yağmur nehir suyunu taşırmış olup, Türk askerinin kalan kısmı savaş meydanına geçememişti. 10.000 kadar Türk askerinin karşısında en az 50–60 bin kişilik düşman kuvveti savaşıyordu.
Türk askerinin kumandanı Bosnalı İsmail Paşa ve bazı paşalarla beraber bir hayli şehit verilmişti. Ayakta kalanlar canlarım kurtarmak için geri çekilmeye başlayınca esas bozgun meydana geldi.
Hayatta kalanların hepsi geçit yerine yığıldı. Bu demekti ki, düşman bütün gücüyle bir noktayı vuracak; nitekim öyle oldu. Çok az sayıda askerimiz karşı yakaya geçebildi, büyük kısmı suda boğularak şehid düştü.
Bu olayın Batı kaynaklarına yansıması, gerçeğin bir hayli abartılmış halidir. Onlar 6000 karada, 8000 suda öldü diyerek Türk şehit sayını 14.000 gösterirler. Hatta yekûnunu 25.000'e çıkaranlar bile var. Tabii, bunlar doğru değil. Zaten suyun diğer yakasına geçen asker sayısı 10.000 idi. Batılıların verdiği rakamlar, kendi canlarının istediği gibidir.
Avrupa'nın mübalağalı rakamları kendi şanlarını artırmak içindir. 60 bin kişinin 10 bin kişiyi yenmesi zafer sayılmayacağı için, düşmanlarını kalabalık gösterme yansına girmişlerdir.
Bu savaşın Türk tarafı için kesin yenilgi olduğuna inkâr mümkün değil. Hammer'in anlattığı Sen-Gotar Muharebesi, kendisine göre çok zevklidir. Bir yerde şöyle diyor: "Köprülü Dük de La Feuillad'ın kumandasındaki Fransızlar gelirken, bunların pudralı yapma saçlarını görünce:
'Bu genç kızlar kimdir?' dedi.
Fakat bu dediği genç kızlar, o dehşet verici 'Allah!' sedasından korkuya kapılmayıp, onlar da 'Yürüyelim! Yürüyelim! Öldür! Öldür!' diyerek Türkler'in üzerine hücum ettiler. Can pazarından kurtulmaya muvaffak olan yeniçeriler, uzun seneler sonra bu 'Yürüyelim! Yürüyelim! Öldür! Öldür!' seslerini ve Dük de La Fe-uillade'a vermiş oldukları 'Fulâdi' (Çelik Adam) ismini hatırlamakta idiler."
Burada iki taraf arasındaki fark gözden kaçmıyor. Türk tarafı, yaptığının Allah nzasına uygunluğu düşüncesiyle "Allah! diye bağırıp Allah'tan yardım isterken, diğer tarafın çıkardığı ses öldür! öldür! oluyor.
Türk askerine yenilmekten bıkan Avrupa'nın bütün kumandanları verdikleri bir şehire karşılık, aldıkları bir arsanın bayramını yaparlar. Sen-Gotar galibiyetiyle sarhoş olan "Süvari generali Jean Sport başı açık olarak yere kapanıp yüksek sesle:
"Ey gökyüzündeki büyük kumandan! Eğer bu gün evlâdın olan Hıristiyanlara yardım etmek istemezsen, hiç olmazsa Osmanlı erkeklerine de yardımcı olma ki, memnun ve mütebessim olasın" diyordu.
Başkumandan Montekukuli'nin ruhundan yansıyan bayram neşesi, dini içeriği olan konuşmalarda görüldü.
Vasvar Sulhu (10 Ağustos 1664)
Daha önce hazırlanan barış şartları ancak savaştan sonra yürürlüğe geçti. Avusturya'nın isteğiyle yapılan barış anlaşması tasdik için imparatoru ve pâdişâha gönderildiydi. Onların onayını alıp gelene kadar savaşlar devam etti. Anlaşma on madde idi. Sen-Gotar'da yenilen Osmanlı Devleti barış anlaşmasında galip gibiydi. Avusturya İmparatoru Pâdişâha hediye -belki rüşvet- vermek zorundaydı ve bu anlaşmanın maddelerinden biriydi.
Birkaç Aykırı Sahne
Göğsümüzü kabartan devirlere benzeyen ve Vezir-i Âzam Fazıl Ahmed Paşa'yla Dördüncü Mehmed devrini güzelleştiren günlerden bir sahne, enteresandır.
Fransa geçmişi unutmuş, Osmanlı Türk Devleti'ne saygısını yitirmiş, yaptıkları bir yanlışın cezasını çekmeleri gerekiyordu.
Türk ordusu Kandiye muhasarasında iken, Fransa diğer Hıristiyan devletlerden daha fazla bize karşı cephe almış, bu yüzden de notu epeyce kırılmıştı. Dördüncü Mehmed Yenişehir'e geldiğinde 14. Lui'nin oğlu Büyükelçi Lahey'i kabul etmişti. Lui'nin oğlu babasının Osmanlı Devleti'ne kırgın olduğunu, İstanbul’dan büyükelçisini çekip, maslahatgüzarla yetinmek istediğini söyleyince, padişah sinirlenip, konuşmayı kestirdi, gerisini dinlemek istemedi. Ve dedi ki: "Şikâyetin varsa, sadrâzama vekâlet eden Rikab-ı Hümayun Kaymakamı Paşa'ya söyle!"
Lahey, Paşa'ya gider; Paşa yüz vermek istemez, kendisinin şikâyet dinlemeye selâhiyetli olmadığını ileri sürer ve Pâdişâhın peşinde buralara niye geldiğini sorduktan sonra konuşacağı kişinin İstanbul'daki Sadâret Kaymakamı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa olduğunu söyler. Büyükelçi her adımda biraz daha küçülmekte ve ne yapacağını bilemez haldedir. Çaresiz, İstanbul'un yolunu tutar. Merzifonlu'yla görüşmek de o kadar kolay olmasa gerek! Bekler Lahey, epeyce bekler; Paşa bir gün çağırır huzuruna, derdini sorar. Büyükelçi anlatır, Paşa dinler ve konuşur; büyükelçiyi şaşırtan sözler sarfeder: "Senin şikâyetin çok önemlidir. Muhatabın ancak sadrâzam olabilir; onun için doğru Girit'e gidip Fazıl Ahmed Paşa'yla görüşmeye çalış."
Yılmaz Öztuna'dan aldığımız bu sahneye Hammer'in yorumu, "Avrupa'nın güneş hükümdarı, geleneksel Türk dostluğunu hafife almanın cezasını böyle tahkir edilerek çekmektedir."
Biz, Sultan Dördüncü -Avcı- Mehmed'in padişahlığına ait olayları bulup anlatmaya çabalıyoruz. Birinci hedefimiz, devletin başındaki insanların hayatını anlatmak, icraatlarını gözler önüne sermekti.
İşte Sultan'ın bir işi:
Huzura hesap vermeye gelen Filistin ve Lübnan Beylerbeyi Şerhi Mehmed Paşa'nın duyduğu, duyup da titrediği ilk söz: "Behey asılacak, ben sana o vilayeti viran etmek, ahâlisini perişan eylemek içün mü virdüm?" Paşa'nın seyrettiği son sahne, duyduğu son söz pâdişâh sözüdür. Birazdan boynu vurulur.
Sultan Mehmet ağırlığını hissettirince, cezasında bile tat aranmaya başlanıyordu. Meselâ yukarda anlattığımız büyükelçinin çektiği sıkıntılar yine Hammer'den Ata Bey tere. Y.Ö. naklen: "Fransa elçisi dayak yedikten sonra tekrar İstanbul sefaretine rağbet eylediğinden, o zamanın dayaklarında bir lezzet-i mahsusa almak gerektir." diye, dalga geçiyor. Dindaşı Hammer diyor bunu.
Yine o sıralarda Fransa'ya bir Türk elçisi gönderilince, onun küçük rütbeli bir memur olduğuna bakılmadan, "Fransızların gururunun okşandığı" büyük Fransız tarihçileri tarafından anlatılmaktadır.
Kandiya Muhasarası (25/26 Mayıs 1667)
Kandiya Muhasarası için Girid'e yolcu olunmadan evvel Dördüncü Mehmed'in sadrâzama ve diğer vezirlere uzun bir nutuk çektiği Dimitri Kantemir tarafından anlatılmaktadır. Biz, uzun nutkun bazı parçalarını alacağız. Pâdişâhın, Şeyhülislâm'ın da içlerinde bulunduğu topluluğa söyledikleri özet olarak:
"Yaptığım işlerde benden öncekilerin işlerini örnek tutmak istediğimden dolayı, onların hayatlarını inceledim; bu mutlu ve sonuna kadar var olacak imparatorluğu hangi yollardan elde ettiklerini, nasıl koruduklarım ve genişlettiklerini araştırdım." Padişah, başarıdaki büyük payın kendi halkına huzur vermeye, hoşgörülü davranmaya, uyrukların sevgisini kazanmaya ve düşmana korku salmaya bağlı olduğunu anlattıktan sonra çeşitli konulara değiniyor: "Benden önceki Padişahlar, bunca zamandan beri Yunanistan'a yerleşmiş bulunan Bizanslıların kudretini yok etmişler...." diyor ve Mısır, İran, Macaristan fetihlerinden, Osmanlı Devleti'ne bütün komşuların saygılı olduğundan bahsediyor. Hıristiyanların fırsat buldukça Türklere zalimce davrandıklarını, bu yüzden onlara imkân vermemek gerektiğini söylüyor. Kandiya Kalesi'ne sıra gelince diyor ki:
"... Hâlâ elimize geçmemesinin bizim için ne kadar ayıp ve hakaret dolu bir olay olduğunu "anımsatmam" gerekir mi? Akdeniz'in tüm adaları hatta Girit bile elimizde olmasına "karşın" Kandiya Kalesi'nin hâlâ düşmanın elinde bulunması nasıl izah edilir?" Ve şunu da söylüyor Pâdişâh "Başaracağınıza inanmıyorsanız başaramazsınız." Vezir-i Âzam Padişahtan aldığı bu duygulu ve kırbaçlayıcı sözlerden, nasihatlerden sonra azimle doldu. 15 Mayıs 1666'da Girid'e yolculuk başladı. Hedef Kandiya fethi.
Dördüncü Mehmed, tahta geçtiğinde (1648) Girit meselesi vardı. 1669 senesi biterken hâlâ bu mesele devam ediyor.
Neticenin ne olacağı hiç belli değildir. Pâdişâh endişelidir. 1668 Kasımında Venedik Elçisi kendisiyle görüşme talebinde bulununca Hatt-ı Hümâyun'la Vezir-i Azama soruyor.
"Venedik elçisi geldi; lâkin dahi rikabı hümâyunuma yüz sürmemiştir. Benim Lalam ne dersin? Elçi geldikte ne cevap verelim? Filvaki kal'a fethini eğer aklınız keserse elçiden kalayı isteriz ve eğer bir sene dahi kal'a ile cenk olunursa asker ve cephane, mühimmat ve âlât yetiştirmeğe cümle memâlik-i mahsusam aciz olmuştur; imdi bu hususta bir iki kimse ile söyleşip bir gün evvel haberini irad edesin."
Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa'yı ağlatan bu Hatt-ı Hümâyun'a gelen cevap da şöyle:
"Benüm Şevketlü Pâdişahum; Haliya Venedik elçisi gelip rikabı hümayuna dahi yüz sürmemiş; eğer gelen elçide kaleye mükeallik söz var ise ne güzel yüz sürsün ve illâ yerinde otursun. Eğer kal'a ahvali sual buyrulursa..."
Paşa bundan sonraki satırlarda kalenin durumunu anlatır, sıkıntılıdır. Pâdişâhı üzmemeye dikkat ederek ihtiyaçları bildirir, yapılan ve yapılacak işleri anlatır. Tekrar Pâdişahdan hatt-ı hümâyun gelir.
"Venedik elçisi rikab-ı hümâyunuma yüz sürmekle bu kadar akçe arzedip Kandiya Karasından feragat edin (diyor) ; rikabımda ve sair işde olanlara piş keş veriyor; ne dersin? Kal'anın feth ve teshirin akün keser mi? Filvaki yakînin var ise ne güzel ve illâ bize ona göre i'lâm eyliyesin."
Girit Türk'e pahalıya mal olmuştur. 19 Nisan 1645'de (Malta seferi) ismiyle gizlenen Girit seferi, o günden bugüne tam 24 sene, 4 ay, 16 gün sürmüş, Türk zaferiyle neticelenmiş. (5 Eylül 1669) Girit seferinin başından beri 130 bin kadar şehit gömülmüştür."
Zaferin bahâsı biraz da alanla satanın gücüyle alâkalıdır. Devlet Kanuni veya Yavuz zamanındaki durumunu muhafaza etmiş olsaydı, belki bu kadar şehit verilmezdi.
Birinci Lehistan Seferi Hümayunu (Polonya) 1672
Yaşadığımız zaman da -2000'li yıllar-devleti yönetenlerin icraatlarını atılan temellerle değerlendiririz. Milletinin maddi-manevi refahı için neler yaptığına bakarız; neler beklediğimiz herkesçe malûmdur. Ekseri, hükümetler vatandaşlarını memnun edemezler; bu da sık sık seçim yapılmasına, hükümet değişikliğine sebep olur. Tarihimize göz attığımızda görüyoruz ki, pâdişâhın mesuliyeti yine temsil ettiği halkın -tebâ- mutluluğu ise de, bunun yolu farklı. Savaşan ve kazanan sultanın memleketinde huzur akıyor; oturan da hayır yoktur. Sultan Avcı Mehmed 4 Haziran 1672'de Edirne'den hareketle Lehistan Seferi'ne çıkar. Artık çocuk değil, tam 30.5 yaşındadır. Amma, avcılıktan vazgeçmiş değildir. Zaruretler dışında, o merakını ihmal etmiyor.
Hiçbir önemi olmayan bu sefer 6 ay, 5 gün sürmüş.
7 Ağustos 1673'te Dördüncü Mehmed İkinci Lehistan Seferi'ne çıkmak zorunda kalmıştır. Bu seferin de fazla kayda değer yanı görünmemektedir